Habeşistan’dan doğan bir yıldız… Kölelik karanlıklarının arasından iman nuru ile sıyrılan, sabrı ile inancı taş gibi sağlamlaşan bir şahsiyet: Hz. Bilâl-i Habeşî. Onun sesi, yalnızca taş duvarlarda yankılanan bir ezan değil; gönülleri titreten bir hakikat çağrısıydı. Bilâl-i Habeşî’nin hayatı, sadece bir kölenin özgürlüğe erişmesinin değil, Allah’a ve Resul’üne adanmışlığın bir öyküsüdür.
Habeşistan’ın kara topraklarında başlayan çocukluğu, özgürlüğün tadını bilmeden sona erdi. Bir gün kendini Mekke pazarlarında, mallar arasında bir eşya gibi satılırken buldu. Umeyye bin Halef gibi zalimlerin elinde kölelik boyunduruğunu taşıdığı yıllar boyunca, kalbinde sakladığı bir şey vardı: hürriyetin gerçek anlamı. O anlamı, Muhammedü’l-Emîn’in getirdiği mesajda buldu.
İslam’ı kabul ettiğinde köleydi. Zaten ona başka kim inanabilirdi ki? Yeni din, zenginlere, kudret sahiplerine değil; yüreğinde adalet ve eşitlik arzusu taşıyan mazlumlara sesleniyordu. Ancak Bilâl’in bu tercihi, zincirlerine yeni halkalar ekledi. Müşrikler, onun kararlı inancını kırmak için işkenceye başvurdu. Gözlerindeki parıltıyı söndürmek, kalbindeki imanı silmek istiyorlardı. Mekke’nin kavurucu kumlarına yüzüstü yatırılan, kızgın taşlarla ezilen Bilâl’in ağzından yine de yalnızca bir kelime dökülüyordu: “Ahad! Ahad!”
Bu, bir kölenin haykırışı değil, özgürlüğe çağrıydı. Allah’tan başka ilah olmadığını, hiçbir insanın başka bir insan üzerinde hak iddia edemeyeceğini haykırıyordu. İman gücünün karşısında zincirler gevşemeye başladı. Bu çağrı, Hz. Ebu Bekir’in kalbinde yankı buldu ve Bilâl’i satın alıp Allah rızası için azat etti.
Özgür bir adam olan Bilâl, hiçbir zaman “bağımsız” olmadı. Zira o, hayatını Resulullah’a (s.a.v.) adamıştı. Mekke’den Medine’ye hicret ettiğinde de Medine’nin tozlu yollarında sabahın ilk ışıklarıyla ezan sesini duyurduğunda da hep Allah Resul’ünün (s.a.v.) yanındaydı.
Ezanı, ruhunun en derininden gelen bir çağrıydı. Sabah vakti, Medine sokakları onun sesiyle dolardı. İnsanlar, bir dua gibi onun ezanını dinlerdi. “Allahu Ekber” dediğinde gökler şahlanırdı adeta. Onunla birlikte Resul-i Ekrem’in (s.a.v.) mescide adım atışı, Medine halkı için huzurun vücut bulmasıydı.
Resulullah’ın (s.a.v.) yanında geçen yıllar, Bilâl için tarifi imkânsız bir mutluluktu. Ancak bu saadet, Resulullah’ın (s.a.v.) vefatıyla bir hüzne dönüştü. O günü Bilâl’in dilinden anlatanlar, onun bitmeyen gözyaşlarını ve bir daha ezan okuyamayacak kadar sarsıldığını dile getirirler. O gün, Medine’nin en karanlık günüydü. Resulullah (s.a.v.) toprağa verildiğinde, Bilâl’in yüreği de o toprakla birlikte gömülmüştü.
Resulullah’ın (s.a.v.) ayrılığına dayanamayan Bilâl, Medine’yi terk etti. Şam’a giderek İslam ordularının arasında bir nefer oldu. Ancak her şeyden uzaklaşsa da Resulullah’a (s.a.v.) duyduğu özlem, içini yakıp kavuruyordu. Bir gece rüyasında onu gördü: “Ey Bilâl!” diyordu Resul-i Ekrem. “Bu cefa neden? Beni ziyaret etmenin vakti gelmedi mi?”
Bilâl, bu rüya ile irkildi. Hiç vakit kaybetmeden devesine bindi ve çölleri aşıp Medine’ye ulaştı. Ravza-i Mutahhara’ya vardığında, Peygamber’in (s.a.v.) kabri başında toprağa kapanıp hıçkırıklara boğuldu.
O gün, Medine sokaklarında bir başka hikâye yazıldı. Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin’in ısrarıyla Bilâl, son kez mescidin damına çıktı. Ezan okumaya başladığında, insanlar eski günlerin hatırasına döndüler. “Eşhedü enne Muhammeden Resulullah” dediğinde, Medine halkı yerinden fırladı, kadınlar sokaklara döküldü; kimileri Resulullah’ın (s.a.v.) yeniden hayata döndüğünü sandı. Bilâl, bu ezanı tamamlayamadan gözyaşlarına boğuldu.
Kalan günlerini Şam taraflarında, sınır boylarında geçiren Bilâl’in İslam’ın sancaktarlığını yaparken tek bir arzusu şehit olmak ve Resulullah’a (s.a.v.) bir adım daha yaklaşmaktı.
Onun sesi, asırların ötesinde yankılanmaya devam ediyor. Bugün okunan her ezanda, o mübarek sesin yankısı vardır. Gökyüzüne yükselen her tekbirde onun sabrı, sadakati ve sevgisini hissediyoruz.
Yorum Yazın