Daha önceki yazılarda değinmiştik. Yüce Yaradan “Akıllı Tasarım” (intelligent design) ile Dünyayı ve gezegenleri insanın yaşayabileceği donanımda ve hassasiyette yaratmış. İnsanoğluna da hiçbir canlının sahip olamadığı şekilde kendi kendini geliştirecek zeka ve ilim yeteneğini vererek akıl sahibi yapmış. Bu akıllı insan ırkına da, mükemmel ölçülerde yarattığı, üzerinde yaşayan canlı cansız tüm varlıkların olduğu Dünya’yı emanet etmiş.
Yaradan öyle insan ve diğer canlıların yaşaması için hangi zamanda ne gerekiyorsa; ilim ve teknoloji geliştikçe ona göre ihtiyaç duyacağı her şeyi yaratmış ve depolamış. Avlanma, ateş, tarım, sanayi, petrol, doğalgaz, nükleer enerji, hidroelektrik, rüzgar, güneş vb. neye ihtiyaç duyacaksa hepsini yeryüzünde var etmiştir. İnsanoğlu da ilim ve teknolojik seviyesine göre ancak inancı ve ahlaki değerlerine göre de bunları hizmet veya hezimet amaçlı kullanmış ve kullanmaya devam etmektedir. Yani Cennet gibi yaratılan Yeryüzünü, Cennet gibi koruyan, kollayan ve yaşatan da var. Cehenneme çeviren de var. yüreğinde ne varsa dilinde ve yaşantısında da aynısı oluyor. Yunus Emre diyar ya;
“Taş gönülde ne biter,
Dilinde ağu tüter.
Nice yumuşak söylese,
Sözü savaşa benzer.”
Bunun öyle medeniyet ve teknolojiyle de alakası da yok. Gelişmiş emperyalist ülkelerin yöneticilerinin tamamına yakını, doyumsuz çıkarları uğruna, doğayı da, canlıları da ve insanları da yok etmekte, varlıklarını tehdit etmekte. İnsan kaynaklı, vahşi kapitalizmin hırsıyla oluşan kontrolsüz sanayi sonucu, küresel ısınmayla beraber değişen iklimlerle gelen yağışlar, seller, fırtınalar ve kuraklıklar gibi doğal afetler bunun en büyük etkileri.. Maalesef insanların beyinleri ve yürekleri çölleşince, yaşadıkları yerleri de çölleştirmekte, yaşantılarını da mahvetmekteler. Balistik füzeler, nükleer silahlarla da hem kendi ırklarını, hem de diğer canlılarla birlikte doğayı da katletmekteler.İnsan Habitatının sürdürülebilirliği her geçen gün yok olmaktadır.
Ama gelişen teknolojiyle birlikte, çevreye duyarlı gerçek anlamda medeni ülkelerde kendi yaşam alanlarında ekolojiyi bozmadan şehirleşme ve kalkınmayı başarabiliyorlar. Hava, su, toprak ve görüntü kirliliğinden bunalan gelişmiş toplumlar artık EKO-KENT modelini geliştirmeye başladılar. Ekokentler; insan, doğa ve kent arasında ilişki kurmayı ve gelecek kuşaklara sağlıklı, temiz, sürdürülebilir ekolojik ve yaşanabilir bir kent bırakmayı öngörmektedir.
Türkiye’de bir söz var; “Aslan yattığı yerden belli olur” diye. Bizim Ülkemizde de doğayla barışık nadir şehirleşme örnekleri olsa da, son yıllarda şehirlerimizin çoğunu ranta kurban ettik. Şehirleşme adına köyden kente göç eden insanları, gecekondulardan kentsel dönüşüm adına, konserve kutuları gibi ruhsuz beton blokların içerisine gömdük. Gökdelenleri tüm tarihsel ve yeşil dokuyu mahvedecek şekilde hançer gibi şehirlerin her yerine sapladık. Çiftçiyi, işçiyi topladık şehirlere... Onlara iş imkanı sunacak, istihdam edecek ne o kadar fabrika, ne o kadar ticaret ve işyeri olmamasına rağmen sözde kentlere doldurduk.
Ondan sonra küçücük, abuk sabuk çocuk parkları, AVM’lerin içerisindeki saksılarla sözde botanik oluşturmaya çalışıyoruz. Tarihte Timur’un fillerini sakladığı ormanların bulunduğu Ankara ormanları nerede ?.. “Ormanlarımdan bir dal kesenin, başını keserim” diyen Fatih Sultan Mehmet’in İstanbul’daki ormanları nerede !... Küçücük arsa büyüklüğünde bir alana beş on ağaç dikerek bir kaç spor aletiyle park diye yutturuyorlar.
İstanbul, Ankara, İzmir Dünyadaki havası en kirli şehirler arasında yer alıyor. 11-17 Haziran arasında Toprak Haftası Kutlamaları yapılıyor. 40 ila 50 cm2 toprak, 20 bin ila 25 bin yıl arasında oluştuğu belirtiliyor. Kentlerde insanlar oksijen üreten bitki örtüsü olmadığı için nefes alamıyor. Nasıl kirli olmasın ki şehirlerin, özellikle Ankara’nın etrafına, tepelerine şehrin ortasından bakın, çıplak tepelerin üzerinde ağaç mı var. İstanbul’da betondan, gökdelenlerden kafanızı kaldırmadan gökyüzünü görebiliyor musunuz. Tarımın merkezi Konya’da yağış olmadığı yada düzenli yağış yağmadığı için yeraltı sularının vahşi sulamayla canına okudular, obruklar oluştu.
Buna en uygun örneklerden biri 20 senedir şahit olduğum ve dilekçeyle yıllar önce başvurduğum bir konu; Kalecik’de, Tren hattı ile Kızılırmak nehri arasında 10 Km.’lik mesafeye hemzemin geçidi veya bu sulu ve verimli topraklara türlü müracaatlara rağmen ulaşım imkanı verilmediği için binlerce dönüm arazi ekilemiyor, işletilemiyor. İnsanlar ya kahvehanelerin ve de sinek avlayan dükkanların önünde oturuyor, yada en yakın Akyurt, Pursaklar’a göç ediyor. Üretecekken, hazır yiyici olarak tüketime yüzlerce haneden biri olarak ekleniyor. daha Sonra kalkıyoruz, Ankara’nın yanı başında Kalecik’ten insanlar neden göç veriyor diye sosyolojik ve politik ahkamlar kesiyoruz.
Allah Aşkına !....İnsanın içi kan ağlıyor. 2018 Eylül Ayında çekilen aşağıdaki resme bir bakın. Zaten çıplak bir arazide inşaat için hafriyat yapılıyor, yakından yerine gittim baktım verimli ham tarım toprağı hafriyat kamyonlarıyla, dolgu malzemesi olarak kisli, kireçli topraklarla birlikte başka bir dolgu alanına götürülüyor.
Yıllar önce kendi kendimizi besleyen 5 ülkeden biriyken şimdi Rusya’dan ve Ukrayna’dan buğday, Çin’den pirinç, ayçiçeği, ABD’den soya ve tarım ürünleri ithal eder olduk. Kırmızı et ile besi hayvanları ithalatından bahsetmeye bile gerek yok.
Topraksız, okyanus altındaki Hollanda, çölün ortasındaki İsrail, Sanayi ve elektronik alanında devleşen ABD ve Çin sadece açık alanlarda değil, evlerin damlarında ve balkonlarında bile ürün yetiştiriyor.
Yeni tarım yasalarıyla tarım arazilerinin satışına, işletilmesine, bölünmesine düzenlemeler getiriyoruz. Ancak tarıma elverişli bu topraklara bir düzenleme getirmediğimiz için her yıl erozyon ve sellerle kaybettiğimiz binlerce dönüm toprağına ilaveten birde bu şekilde toprak kaybına uğruyoruz. Taş Ocakları ve maden ocaklarının hem işletme esnasında çıkardıkları toz ve kirlilik, hem de işletme süresi dolduktan sonra rehabilite etmeden öylece bıraktıkları tahribat çevrenin ve doğal yaşamın canına okuyor. Esasında Memleket İnsanı olarak nihai aşamada Bizlerin canına okuyor. Kuraklık, yetersiz beslenme, hava kirliliği, kalp krizi, solunum yetmezliği ve türlü hastalıklardan toplum olarak yakamızı kurtaramıyoruz. Hastane kapılarında kuyruk oluyoruz.
Kuru kuruya “Vatan Toprağı” edebiyatı yapmakla olmuyor. Zaten Küresel Isınma ile gelen iklim değişikliğiyle Türkiye’nin de yakın zamanda çölleşeceği öngörülüyor. İklimimizin bozulma belirtileri, mevsimlerin kayması ve “Tropikal İklim” göstergesi olarak hiç karşılaşılmayan hastalıklar neticesinde ürünlerde rekolte kaybı da yaşanmaktadır. Üstüne üstlük doğal kaynakların tamamını da kirletme gibi bireysel cehaleti ve ataleti üstümüzden atamıyoruz.
Temizlik imamdan gelmiyor, imandan geliyor.
İşin enteresan yanı bu durumdan siyasetçiler, üniversiteler, yöneticiler, medya gibi herkes şikayetçi olmasına rağmen kimse köklü bir çözüm ve değişimin gayretine de girmiyor. Herkes bu durumu çirkin buluyor, yaşanmaz görüyor. Devletin tepesindeki insanlardan, akademisyenine, sokaktaki vatandaşına herkes şikayetçi...
Bakanlıkların, Belediyelerin, Üniversitelerin ve vatandaş olarak Bizlerin topyekun kayıtsızlığı sonucu bu kötü akibeti hızlandıracaktır. Millet olarak sadece sanayi, bilişim ve iletişim alanında değil; çevre, tarım ve ekolojik yaşam alanında da bilinçlenme,sahiplenme, koruma ve temiz tutma seferberliği yapmamız gerekiyor. Ekonomik kalkınma planlaması bu Ülkede yıllardır yapılmıştır. Ancak insan yaşamı ile doğrudan ilgili bu bakanlıkların işbirliğiyle sağlıklı yaşam ve ekolojik yerleşim planlaması yapılmamıştır. Her bakanlık, her belediye ve her üniversite birbirinden ayrı farklı etkinliklerle kaynak savurganlığı yapmış ve bugünlere gelmişiz. Bu çirkinliğe çözüm bulacak, Tarım ve Orman Bakanlığı, Sağlık Bakanlığı, Çevre ve Şehircilik Bakanlığı, Ulaştırma ve Altyapı Bakanlığı, Üniversiteler ve Belediyeler birbirleriyle işbirliği içerisinde yeni bir vizyonla yeni bir yaşam ve yerleşim projesi gerçekleştirmek durumundadırlar.
Akarsuları, dereleri, gölleri ve su havzalarını koruma ve kollama altına almamız gerekir. En güzel temizliğin kirletmemek olduğunu,suyu, toprağı, yolu, çevreyi kirletirken, atık madde atarken “en büyük kul hakkına girildiğini” çocuktan yaşlısına kadar beynine işlenmeli. Ormanlarda her ne kadar “Orman bekçiyle değil, sevgiyle korunur” gibi vicdanın bam teline dokunan tabelalar da asılsa, o sözün idrakinde ve bilincinde maalesef çok az insanımız var. İlkokuldan başlayarak hayatın tüm evrelerinde insanları doğayı, yeşili koruma, kollama ve çoğaltma da gönüllü değil, görevli hale getirmeden bu işi çözemeyiz.
Milli Emlak arazi düzenlemelerinde tarımsal amaçlı araziyi kullananlara kullandıkları araziyi % 1 değeriyle kiralanmayla ilgili yönetmelik çıkarılıyor. Ancak fidan yetiştirmeye gelince rayiç bedelden daha yüksek rakamlarla ihaleye çıkılıyor. Bir başka örnek hayvansal ürünlerden sonra en büyük protein kaynağı olan mantar yetiştiriciliği ne tarımsal ürün görülüyor, ne de bir başka grupta yer alıyor. Yani mantar yetiştireceğim derseniz tarımsal ürün sınıfında tanımlanmadığı için arazi tahsisiniz yok. Ancak jeotermal seralar yapacağım derseniz, arazi tahsisi var. Bunlar reel sektörün sahada yaşadığı yüzlerce sorunlardan sadece bir ikisi. Üniversitelerin ve ilgili bakanlıkların sahaya inmesi gerekiyor. Yasalarımızı ve Mevzuatımızı da gözden geçirip, günümüzün fiili ve reel gerçeklerine uyumlu hale getirmemiz gerekiyor. Memleketin her karış toprağında (özellikle insan yoğunluklu yerlerde) Her okula, üniversiteye, derneğe, vakfa, resmi kurumlara, cezaevlerine, askeri birliklere ve gönüllülere nerede tarıma müsait olmayan tepe veya arazi varsa; Devlet ve belediyeler toprak ıslahını yapmak kaydıyla resmi olarak görevlendirilmeli. Akılcı tarım politikalarıyla her çevrenin eko-sistemine uygun tarımsal ürünler yetiştirilmeli. Tarım, hayvancılık ve ağaçlandırma yeniden tanımlanmalı.
Ayıbımız ve ihmalimiz olan şehirlerin etrafındaki çirkin çıplak tepe görüntüleri yok edilip, yeşil dokuya büründürülmeli.
Rahmetli Aşık Veysel yıllar önce “Benim Sadık Yarim Kara Topraktır” deyişinde toprağın ne kadar önemli olduğunu insanlar ve ilgililer görsün diyerek aşağıdaki dizeleri dile getirmiş;
“Havaya bakarsam hava alırım
Toprağa bakarsam dua alırım
Topraktan ayrılsam nerde kalırım
Benim sâdık yârim kara topraktır.”
Toprak, tarımı ve ormanı çözemezsek, insanca yaşam alanlarını ve soluyacak havayı ve de sağlıklı beslenmeyi çözemeyiz. İnsanca yaşam alanımız olmazsa soluyacak havamız, sağlıklı beslenecek gıdamız olmazsa sağlıklı nesiller ve huzurlu bir yaşlılığımızı çözemeyiz. Bunları çözemezsek sağlık, eğitim, turizm ve ekonomi hiç bir şeyi çözemediğimiz gibi insanı da yaşatamayız.
Ağacıyla, bitkisiyle, içindeki canlılarıyla botaniğiyle yaşayan bir doğa olmadan insanın yaşaması mümkün olamaz. Şeyh Edebalı asırlar önce söylemiş ; “İnsanı yaşat ki, Devlet yaşasın !.”
Sağ ve esen kalın....
Yorum Yazın