Ülkemizde şehircilik ve bölgesel kimlikler üzerinden insanlara yakıştırılan sıfatlar, çoğu zaman göz ardı edilse de aslında toplumun derinliklerine işleyen ciddi bir sorunun parçası. Bu eğilim, sadece Karadenizli, Egeli ya da İstanbullu olmanın ötesine geçerek, daha karmaşık bir sosyo-kültürel meseleyi ortaya koyuyor.
1924 Lozan Anlaşması sonrası Selanik'ten gelen soydaşlarımız, daha sonraki yıllarda Arnavutluk’tan, Bulgaristan’dan, Gürcistan’dan ve Kafkaslardan değişik nedenlerle göç edenler de bu algıların hedefinde olmuştur. Örneğin, Balkan göçmenlerine uzun süre mesafeli olunmuştur. Bunun en belirgin örneklerinden biri, Bulgaristan göçmenlerinin yerleştiği Trakya bölgesinde, yerli halkla göçmenler arasında sosyal mesafenin bir süre korunduğudur. İnsanın doğduğu yerin kültürel yapısının, hayat tarzının farklılık yaratması anlaşılabilir bir durum olsa da, bu farklılıklar çoğu zaman sosyal ayrışmaya dönüşmüştür.
Bu önyargılar sadece göçmenlerle ya da belirli bölgelerle sınırlı değil. Benzer şekilde, insanlar hakkında dolaşan klişeler de yaygındır. Karadenizlilerin sinirli ve oldukları gibi abartılı genellemeler, onları bu bölgesel şablonlara hapsetmekten öteye gitmez. Halbuki Karadeniz’in her köşesi, tıpkı diğer bölgeler gibi birbirinden farklı insanlar barındırır. Ülkemizin doğusunda doğanlar hakkında da halk arasında yıllardır dolaşan asılsız hikâyeler, şakalar ve klişeler mevcuttur. Bir bireyin eğitim seviyesi, kişisel yetenekleri ya da mesleki başarısı göz ardı edilerek, yalnızca etnik kimliği üzerinden değerlendirilmesi, toplumsal hiyerarşinin bir başka boyutudur.
Eleştirel bir gözle bakıldığında, bu önyargıların temelinde yatan sorunlar oldukça derindir. Bir ülkenin kendi vatandaşlarına bile yalnızca etnik, bölgesel ya da kültürel aidiyetleri üzerinden yaklaşması, toplumun genel olarak birbirine güven duymasını zorlaştırır.
Kültürel çeşitliliğin bir zenginlik olarak görülmesi gereken bir yerde, ‘şuralı ise böyledir, oralıysa şöyledir’ söylemiyle insanlar adeta damgalanır. Peki, bu damgalar ne kadar gerçeği yansıtır? Üstelik bu klişelere dayanarak insanlar hakkında kararlar vermek, toplumsal barışa ve kardeşliğe ne kadar hizmet eder? Maalesef, bu tarz genellemelerle dolu bir toplumda bireyler gerçek benliklerini göstermek yerine, kendilerine biçilen bu kalıpların içine sıkışıp kalırlar.
Bu sorunun kökeninde, insanların farklı olana karşı geliştirdiği tedirginlik ve bilinmeyene karşı duyulan korku yatıyor. Göçlerle gelenlere, ya da etnik kökeni farklı olanlara karşı bakış açısı, çoğu zaman kulaktan dolma bilgilere dayanır. Maalesef, toplumsal hafıza bu tür asılsız bilgilere dayanarak şekillendiğinde, bireyler bir ‘öteki’ yaratma arayışına girer. Uydurulan sözler, bireysel farklılıkları tamamen görmezden gelir.
Bu tür genellemeler, modern toplumlarda yaygınlaşan kutuplaşmayı da körükler. İnsanları bireysel yetenekleri, karakterleri ya da hayat deneyimlerine göre değerlendirmek yerine, onları ait oldukları bölgeyle sınırlı görmek, toplumu dar bir kalıba sokar. Neticede, kimse kendini tam anlamıyla ifade edemez, önyargılarla savaşmak zorunda kalır.
Toplumsal önyargılar ve bölgesel klişeler, yalnızca bireylerin kendini ifade etme alanını daraltmakla kalmaz, aynı zamanda toplumda derin kırılmalar yaratır. Kendi vatandaşlarına önyargıyla yaklaşan bir toplum, dayanışma ve güveni nasıl inşa edebilir? Her bireyin, ait olduğu bölge ya da etnik kökenle değil, karakteriyle, yetenekleriyle ve insani değerleriyle değerlendirilmesi gerektiğini anlamak, sağlıklı bir toplumsal yapı için atılması gereken en önemli adımlardan biridir.
Yorum Yazın