“Fotoğraflarla hatırlama, diğer anlama ve hatırlama
biçimlerini gölgede bırakır.”
Susan Sontag
Susan Sontag, son yıllarda bazı kitaplarını okuduktan sonra hayranlık duyduğum ve yaşamını araştırma gereği hissettiğim bir isim. Dolu dolu yaşamanın hakkını veren bir isim olduğundan yaşamının ne kadarına haiz olabildim bilmiyorum. Sontag, deneme ve roman yazarı. Beni etkileyen tarafı ise aktivist ve insan hakları savunucusu olması yanında savaş fotoğrafçılığına farklı bir bakış açısı sunduğu “Başkalarının Acısına Bakmak” isimli kitabı oldu.
Saray Bosna ve Irak’ta insan olmanın en acılı yerlerine dokunan Susan Sontag, Başkalarının Acısına Bakmak kitabındaki makalelerinde, insanoğlunun kendinden uzakta olan acıya karşı verdiği tepkiyi ölçüyor ve vahşeti kanıksamayı eleştiriyor.
Sontag’ın savaş fotoğraflarının yayımlanmasına/yayılmasına yönelik eleştirileri bir başka noktayla bağdaşıyor. Gündüz kuşağı programlarının arttığı, sosyal medyada kişisel özgürlüğümüzü kendi ellerimizle tanımadığımız insanlara sunduğumuz ve aslında bir yandan da kendimizi nasıl koruyacağımızı şaşırdığımız bir dönemde daha da önemli hâle gelen “acıyı kanıksamak” edimini hatırlatıyor.
İnsanın özel alanını yani mahremiyetini sunması ayrı bir konu iken bu düzenin var olmasını sağlayan “sorumlu kişiler” ayrı bir makale konusu elbette. Ancak içinde bulunduğumuz yüzyılın “özgürlük” teması adı altında mahremiyet olgusuna vurduğu darbe konusunda ciddi araştırmalar mevcut.
Bireyin en önemli işlevlerinden biri kuşkusuz “hisseden bir varlık” olması. Duyguların elimizden alınması ise birden olmuyor. Bu bağlamda insanın, deyim yerindeyse, gözünün daima açık olması; günümüz koşullarında hissizleşmeden yaşamını idame ettirmesi gerekiyor.
Her an gözümüzün önüne getirilen mahremiyet ihlali görüntüler, zihnimizde başkasının başına geleni önemsizleştiriyor. Susan Sontag, bunları savaş fotoğrafları üzerinden dile getirse de sükût içinde izlediğimiz her şeyin bu konuya dâhil olduğu kanaatindeyim.
Sontag, kitabında hafıza ile ilgili çok önemli saptamalarda bulunuyor: bireysel hafızanın geçip gittiğini, insan ölünce hafızanın da ölüp gittiğini vurguluyor. Ancak kolektif hafızanın koşullandırıcı bir tür olduğunun altını çiziyor. Dünyada insanlığın hangi tarafa doğru evrilmesi gerektiği ile ilgili yapılan olumsuz çalışmalar olduğunu biliyoruz. Sosyal medya, televizyon gibi etmenlerle kolektif hafıza oluşturuluyor ve bu “Kitle Psikolojisi” denilen büyük bir yapıya dönüşüyor.
Kitle psikolojisi doğru kullanıldığında güzel sonuçlar doğuracaktır ve fakat içinde bulunduğumuz yüzyılda bilinçli ve etik değerlere bağlı kalmaksızın kullanılmaya devam edersek vahim sonuçlar doğuracağı aşikâr.
Alışan, kanıksayan, unutamayan insanlar hâline geldiğimizi kim inkâr edebilir. ‘Unutmak’ elimizden alındı. Hayat, birçok fotoğraf karesi şeklinde gözlerimizin önünden akıp gidiyor. Güzel bir olay gördüğümüzde –o kadar az ki- gün boyu sosyal medyada paylaşılıyor ve unutuyoruz. Ancak acı içerikli herhangi bir görselin ya da videonun, unutmamıza bile izin verilmeden, benzerleri servis ediliyor.
“Fotoğraf karışık sinyaller gönderir: Hem ciddi bir olayı yansıttığı konusunda sizi uyarır ama aynı zamanda da şöyle haykırır: Ne manzara ama!”
Dünyanın büyük bir çoğunluğunun görsel hafızaya sahip olduğunu biliyoruz. Bu durumun kötü niyetle kullanılması kaçınılmaz son olarak yanı başımızda duruyor.
Susan Sontag, eserlerinde toplumsal belleğe dair önemli önermelerde bulunuyor. Sontag ile tanışmanın ve röportajlarını dinlemenin de kişisel gelişime katkı sağladığı kanaatindeyim.
Ezcümle, bireysel olarak yapabileceklerimizi es geçmeyerek, hem kendimize hem toplumsal hafızaya karşı sorumluluğumuzu hatırlamak en önemli görevlerimiz arasında yerini koruyor.
Yorum Yazın