“Dünya şehvetlerle donatılmış, afetlerle kuşatılmıştır. Dünya malının hesabı, haramının azabı vardır. Dünyaya yakınlık ve ilginiz ona göre olsun.” (ibn-i Semmak)
Ey benim, Sevgili kardeşim, ailem, komşum, köylüm, kentlim, vatandaşım. Ne olur, şu sloganlara, naralara, kamplaşmalara, kutuplaşmalara, kavgalara kulaklarınızı kapatın. Sosyal medyada, boyalı basında asparagas, sansasyonel, klişeli ve de köşeli göz bayıcılardan da bir an için kafanızı çevirin…
Şöyle elinizi vicdanınıza koyun, kendinizi, sağduyunuzu dinleyin… Bizi nereye sürüklüyorlar… Hangi girdapın içerisinde çırpınıyor, hangi labirentin çıkmaz duvarlarına kafamızı vurduruyorlar….. Ve sonunda, hangi kör kuyunun içine yuvarlıyorlar…..
Beyinlerimizi kirlettiler. Zihinlerimizi körettiler. Umutlarımızı ve değerlerimizi yok ettiler.. Bizi birbirimize düşman ettiler… Bunları herhangi bir siyasi akım veya parti, yada anlayış için söylemiyorum. Şu anda durduğunuz yer neresi olursa olsun, her yer ve hayatın her alanı için söylüyorum.
Kimi dini, kimi tarikat, kimi ırk, kimi aşiret, kimi siyasi, kimi koltuk, kimi ticari ve kimi de kişisel diğer egolar için sürekli zihinlerimizi ve hayatlarımızı kirletiyorlar, kör ebe oynatıyorlar…
Dünya’nın avuç içi kadar küçüldüğü bir zamanda bizlerin arasına aşılmayacak dağlar koyuyorlar. Bizi bölük bölük bölerken bir de bakmışsınız ki kendileri ali menfaatleri icabı, “can ciğer sarması, kuzu dolması” yani “kanka” oluveriyorlar….
Sonra da dönüyorlar Bizlere, dün “tü kaka” dediklerine “konjöktür böyle icap etti, hadi falanca istikamete, filanca ya oy vereceğiz veya seçeceğiz” diyorlar. Hakikaten tam bir omurgasızca, oportünist tavırca aklımızla alay ediyorlar…..
Vallahi de, billahi de bu “siyasetin zübüklerinin bir çoğu” kendi becerisiyle bir iş sahibi olmuş bir iş adamından, namusuyla becerisiyle samimi olarak çalışandan, bilgisinin hakkını vererek toplumuna hizmet eden bilim adamından daha akıllı değiller. Sadece bulundukları yer itibariyle sesleri çok çıktığı ve etraflarındaki yağcı ve yalaka, şakşakçılardan dolayı kimsenin “kral çıplak” diyemediği için tedavüldeler.
Kendileri güç ve irade ellerinde olmalarına rağmen halka. Aday olduğu kurum ve kuruluşlara, seçim öncesi “hiç kimseyi ayırmadan dışlamadan bağrımıza basacağız” derler, seçilip yetki alınca da arlanmadan, utanmadan arsızca yandaş ve menfaatdaşlarını doldururlar. Kamu kaynaklarını avantacı mantıkla, mirasyedi evlatlar gibi har vurup harman saçarlar, harcadıkları seçim masraflarının kaç katını halının altına toplarlar. Seçimler yaklaşınca da bitmiş, tükenmiş borç içindeki bütçeleri, makyajla yüzeysel faaliyetlerle hizmet ve başarı efsaneleri yazarlar. Üzerine bir de seçim meydanlarında bebek sevmeler, halka sahte gülücükler, ana-baba- bacı, maneviyat ve halktan yanacılık edebiyatı çeşnisiyle oy avcılığına soyunurlar. Haramzade anlayışlarına göre de bir din anlayışlarına sahip olurlar. “İnandığı gibi yaşamayanlar, yaşadığı gibi inanmaya başlarlar.” Bunu da yandaş ve yalakalarıyla topluma dayatmaya çalışırlar.
Sanki Memlekette kendilerinden başka alternatif yokmuş edasıyla, herkesi aşağılayan kibir abidesi olarak rakiplerine tepeden bakarak, “kavgada bile söylenmeyecek” lafları yutkunmadan hançereleri yırtılırcasına haykırırlar. İçin de hamaset dolu kelimelerle bas bas bağırarak “ne kadar yüksek bağırırsan o kadar haklı olursun anlayışıyla” karşısındakini sindirip, üstün olacağını zannederler. Halbuki “boş tenekenin sesi çok çıkar” derler. Seçmeni ağılındaki koyun gibi görüp önlerine ne koyarsak yerler, kavaldan ne üflersek dinlerler alışkanlığındalar. Yıllardır halkın beynine ur, yakasına kemirgen gibi yapışan bu siyasetçi tiplemesini iyi tanımak gerekir.
Bu tiplemedeki siyasetçileri teşhis etmedikçe ve halka teşhir etmedikçe, siyasetin dışına itmedikçe kimsenin içinde bulunduğu durumdan şikayet etmeye hakkı yok. Bizim seçmenler olarak önce oy verme kriterlerimizi değiştirmemiz gerekir. Duygularımıza değil, aklımıza hitap eden adayları ayıklamamız gerekir.
Kamu kaynaklarından peşkeş çekene, avanta dağıtana göz boyayana değil, kamuya kaynak olacak iş alanları oluşturacak olanlara değer vermemiz gerekir. Tüm kesimleri kucaklayarak, gençlere kahve, kafe ve eğlence yerleri değil, gelecekte geçerliliği olan bir meslek ve iş yerlerince aranan vasıflara sahip olacağı uygulamalı eğitim alanlarını programlarına koyanları tercih etmemiz gerekir. Emeklisini, yaşlısını ekonomik ve sosyal açıdan çökertip üç kuruş yardımla ayakta tutma ve parklarda, yurtlarda boş boş ömür tüketme vaadinde olanlara değil, hayata tutanacak ve bir meşgaleleri olacak programları olanlara değer vermek gerekir.
İnsanları, konserve kutusu gibi ruhsuz beton yığınlarına ve nefes alınamayacak yarınlara küsmüş sokaklara mahkum etmek yerine yeşil ve insan gibi yaşanabilir bir çevreye kavuşturacak program ve ekibi öne çıkarmak gerekir.
Tüm bunları yapabilecek adayların da vaat ettiği vizyona sahip olup olmadığına, bunları yapacak ekibi veya öncesinde deneyiminin olup olmadığına bakmak, önceki yaptıklarını sorgulamak gerekir. “Geçmiş, geleceğin aynasıdır”. Yani “lafa değil, icraata bakmak” gerekir.
Gözümüzü açalım. 31 Mart 2019 ‘da “Seçim İstasyonunda (hezimet trenine değil) HİZMET TRENİ’ne” binelim. Trenin nereye gittiğini anlamak için de gözümüzü açalım, geldiği güzergaha iyi bakalım. Bu tren hezimete mi yol açmış, hizmete mi kucak açmış.
Aman ha !..Yanlış trene binip, sonra göz yaşlarıyla bir beş sene sonrasına yanık yanık türkülerle mendil sallamak zorunda kalmayalım.
“Kara tren gecikir belki hiç gelmez,
Dağlarda salınır da derdimi bilmez.
Dumanın savurur halimi görmez,
Gam dolar yüreğim gözyaşım dinmez.”
Sağ ve esen kalın…
Yorum Yazın