1974’lerde Erol Büyükburç’un
“Haydi gençler durmayın haydi gençlik hop hop hop
Hep beraber oynayın haydi gençlik hop hop hop”
Şarkılarıyla hoplamaya, eğlenmeye başladık. Anne Marie David’in
“Neşeli gençleriz biz.
Yaşamayı severiz.
Bir pantolon bir gömlek,
İstediğimiz yere gideriz...
Ha haay hava ne güzel,
Gel gidelim uzaklara.
Ya da el ele verip,
Gel dalalım rüyalara”
Şarkısıyla rüyalara dalmaya başladık.
Söz ve müziği Olcayto Ahmet Tuğsuz’a ait,
Seyyal Taner’in klipini yaparak seslendirdiği “Naciye” şarkısıylada,
“Fakir bir ananın, öksüz kızı
Dinmedi yıllarca kalbinde ki sızı
Gün oldu ağladı,gün oldu yalvardı
Tek düşü hayatta bir yıldız olmaktı
Düşünün bir kere
Naciye sahnede
Alkışlar içinde
Hayranlar peşinde (naciye)”
Toptan meşhur ve zengin olma yolunda, akın akın köylerden, kasabalardan, kırlardan tarlayı tapanı sattık, büyük kentlere,
gecekondulara akın ettik. Sonra bu gecekondularda yaşayan insanları “kentsel dönüşümlerle” doldurduğumuz konserve kutusu gibi (ağaçsız, susuz, yeşilsiz ve sosyal donatısız) konutlarla şehirli ettiğimizi sandık.
Yetersiz eğitim, kısıtlı maddi imkanlar ve yoksulluk içinde kıvranan bu insanlara 24 saat boyunca yayın yapan TV’lerle reklam bombardımanları, AVM’ler, İnternet Siteleri, daha sonra insanı komple esir alan cep telefonlarıyla kredi kartları üzerinden her şeyi istemeye başladık.
Ama öyle böyleme isteme değil. Yapay ve sentetikten oluşan kozmetiklerle sağlını düşünmeden makyaj yapmadan evden dışarı adım atamaz olundu. Fiziksel olarak bedenimizi değiştirmeye çalıştığımızla kalmadık, ruhumuzu, (yaşadığımız gibi inanarak) inancımızı ve hayata bakış açımızı değiştirdik (yitirdik). Bunları yitirince değer yargılarımızı terk ettik. Kolay ve hızlı para, rahat ve renkli yaşamın çalışarak elde edilemeyeceği algısını içselleştirdik. Bunlara ulaşamayan çocuklar ve gençler uyuşturucu tacirlerinin pençesine düştü. Zengin ve şöhret olma, yada renkli ve eğlenceli yaşamaya hayalleri toplumu topluca hipnotize etti, esir aldı. İşte bunları gören, fırsat bilen sözde uyanıklar (kalpazanlar) sahneye çıktılar. İnsanların bu hayallerini ticarileştirerek toplu vurgunlara başladılar.
Emekli ikramiyelerini, sattığı arabaların paralarını, yıllar boyu biriktirdiği altınlarını “Banker Kastelli – Cevher Özden”le başlayarak, “Jet Fadıl” lakaplı Fadıl Akkündüz’le boy veren ve en son Mehmet Aydın’ın kurduğu “Çiftlikbank” ve “Çılgın Tavuklar” gibi son organizasyonlar hep çalışmadan kolay ve hızlı zengin olma hayallerinin ürünü.
Dijital Alemde, sanal dünya’da internet siteleri üzerinden sağlıkla ilgili ürün vurgunları, sahte bankacılık siteleri üzerinden, uydurma kampanyalardan “müjdeli vurgunlar, çekilişimizde kazandınız şanslı kişi” dolandırıcıkları, kapınıza gelen “hediye kargoları” gibi birçok sahtekarlıklar hayatımızı sardı.
Muhafazakar kesime de uygun envai çeşit muskacı, üfürükçü gibi “din bezirganları” var. Maşallah, onlara göre neredeyse ilme ve hastanelere ihtiyaç yok. Yıllardır modern tıbbın ve bilimin göremediği (?!) her derde deva ottan, çöpten ürünler, peygamberlerin ve bir o kadar geçmişte müspet bilime saygı duyan alimlerin göremediği (?!) dualarla ortalık şifacı şarlatanlarla doldu. Bu din kalpazanları milyonlarla ölçülen pazarlara ulaştığı için, sırf bunlara yönelik TV kanalları ve internet siteleri türedi ve sayıları hızla da artıyor.
İnşaat sektöründe ve sanayi sektöründe fabrikalarda mavi yakalı olarak çalışmaya kimse aday değil. Köylü tarlada işçi, besici çoban bulamıyor. Evlerde gündelik temizlikçi, bebeğini emanet edeceğin “bebek bakıcısı” yok. Göçmen olarak gelen uzak doğu, Ortadoğu veya Türki Cumhuriyetlerden gelenler olmasa doğrudan üretimde çalışacak aday çıkmayacak.
Köyleri, kasabaların çoğunda kadınlar olmasa bağ bahçe ekecek adam yok. Erkekler kahvelerde, cami avlularında veya köy ve kasabalardaki dükkanların önünde bir elinde sigara, bir elinde çay oturmuşlar sandalyelerde sabahtan akşama kadar “lak lak” yapıyor. Akşam eve gidince de hanımına “kasım kasım” kasılıyor. Üç kişilik ailelerde bile birbirlerinin aralarında sağırlar ve körler diyalogu yıkılamıyor, iletişim kurulamıyor.
İşin en enteresan yanı toplumda boyalı basının şehvet ve şöhret içeren magazin sayfalarını ve tv ve internet sitelerindeki bu türden pespaye program ve dizileri en çok izleyenler de bu dar gelirli kesimler. Fabrikalarda mavi yakalılar, kırsal alanda yaşayanlar, inşaatlarda çalışanlar en çok sigara içenler...Büyük kentlerde AVM’ler, kafeler ve sokaklar mesai saatlerinde tıklım tıklım dolu. Kredi kartları gırla gidiyor. Kredi kartı borçlusu üç milyonu geçmiş. Bin bir hayalle borçlanarak işyeri açan esnaf ve tüccarlar işsizlikten ve ödemelerden yılmış durumda. Protesto edilen senet ve çeklerin haddi hesabı yok.
Eğer biz hayal aleminden çıkıp, sanal hapishanelerden kurtulup, Dünyanın ve hayatın gerçeklerine aymazsak, elin ABD’lisi Trump’ı olmasa bile turpuyla bile bir rahip yada keşişi bahane ederek ekonomine meydan okur. Koskoca Türkiye’nin GSMH’si ABD’nin bir eyaleti yada Apple’nin cirosu bile kadar değil. ABD’ye kafa tutmak, protesto etmek; ağzında Amerikan sigarasıyla sokaklarda doları yakmakla, yada iphone ’e tabanca sıkma refleksiyle olmuyor.
Gazetelerde, televizyonlarda ve sosyal medyada çarşaf çarşaf detoks programları, diyet formülleri yayınlanıyor. Ticarette, siyasette, sosyal yaşantıda, hayatın her alanında yalanlar, bahaneler, iftiralar gırla gidiyor. Kimse kimsenin sözüne ve kişiliğine güvenemez hale geldi. “Özü, sözü bir adam” anlayışımız efsane oldu. Ahlakımızın temeli olan doğruluk, dürüstlük, sözüne güvenilirlik toplumumuzda görülmez oldu. Esnaf dükkanını kitlemeden Cuma’ya giderken, (Bizi aldatan bizden değildir hadisiyle) ayıplı malı kardeşine satmak en büyük ayıp sayılırken, yalan her türlü kötülüğün kaynağı sayılırken hırsıza karşı binalarımızın önüne güvenlik koyar, yazılı sözleşmeleri bile inkar eder olduk. Doğrulukta, dürüstlükte, çalışkanlıkta, çevreye ve insana saygıda Avrupalılara imrenir olduk.
Bu manzara bize neyi gösteriyor ? !....
İçinde yaşadığımız bu sürecin ve toplumsal yapının salgın bir hastalık gibi görülmesi gerekmektedir. Çok acil bir biçimde ciddi bir insan ve toplum mühendisliğine ihtiyacımız olduğunu..... Toplumsal tedavi ve dönüşümün ancak bu salgın hastalığın projelendirilmeyle topyekün tedavi edebilecek bir anlayışla mümkün olacağını görmek gerekir.
Sosyolojinin temel kurallarından birisi ve en önemlisi “nicel birikimler sonucu nitel değişimler meydana gelir.” Yani aşağıdan yukarıya doğru gidersek, nitelik olarak toplumun kalitesinin yükselmesi için nicelik olarak toplumun temel taşı olan insanların kalitesini yükseltmemiz gerekiyor.
Kaliteli toplum oluşturmak için, toplam kaliteyi yakalamak gerekir. Kalite bir sonuçtur ama bilimsel bir sistemin,uzman bir emeğin ve yeterli bir sürecin sonucudur. Bir bedeli var. Dilemekle, heves etmekle, ahkam kesmekle kendiliğinden gelip oturmaz. Kaliteli toplum için kaliteli bireyler olması gerekir. Önce insan kalitesini yakalamamız, yani donanımlı ve kaliteli insan yetiştirmemiz gerekir. Onun için de toplum katmanlarının niteliklerine göre, kaliteli insanları yetiştirecek, kaliteli eğitimciler, liderler, yöneticileri ön plana çıkararak iş başına getirmek gerekir.
Çağın gerçeklerine ve gereklerine ve de milli normlarımıza uygun insan modelini güncelleyerek, toplumumuza yeniden format atmak gerekiyor. Bu formatlara uygun insan modelimizi ve sayımızı geliştirirken hayata bakışımızı, çılgınca ve hesapsızca tüketim alışkanlığını bir yana bırakıp, gelişmeci, yenilikçi ve üretici olduğu kadar kaynakları verimli kullanarak tasarruf eden bir anlayışı aileden başlayarak, işyerlerine ve hayatın her alanına özümsetmek gerekiyor. TV’lerden ve diğer enformasyon araçlarından , eğitim politikalarına kadar topluma yön veren tüm yapılanmalara yeniden vizyon kazandırmak gerekiyor.
Ülkenin sahip olduğu insan, mallar ve doğal kaynakların envanterini yaparak, planlı kalkınma dönemlerini başlatmak gerekmektedir. Günü birlik politikalarla ve palyatif çözümlerle bunun üstesinden gelmek mümkün değil. Her bireyin “Ne olursa olsun, bul harca, satın al” tüketim esaretinden kurtulup, çalışıp, üretip, tasarruf ederek kalkınmayı prensip olarak içselleştirmesi gerekmektedir. Yaradan’ın bahşettiği doğayı, yeşili, suyu, havayı kirletmeden ve israf etmeden kullanmayı karakter haline getirmemiz gerekiyor. Dünyanın öbür ucunda Asya’da bulunan Singapur’un kişi başı milli geliri bile 50.000 USD. En büyük geliri limanlar ve serbest ticaretten. İsviçre, Avrupa’nın ortasında en büyük geliri finans güvenliğinden. üç tarafı denizlerle çevrili hem Avrupa, hem Asya ülkesi olan Türkiye’nin milli hasılasının bu kadar düşük olması, kişi başı gelirinin 10.000 USD’larda kalması, asırlarca devlet geleneği olan bir Millete ve böylesine stratejik bir ülkeye yakışmamaktadır. Burada herkesin sorumluluğu ve payı var. Bernard Shaw’ın dediği gibi, “Dünyada değişiklik yapmakla başarılı olan insanlar, değişikliğe kendilerinden başlayanlardır.” Her fert kendinden başlayarak bu özeleştiriyi yapmalı, değişikliğe önce kendisinden başlamalı. Ondan sonra yanımızdakinden ve de karşımızdakinden beklenti içerisine girelim.
Sağ ve esen kalın....
Yorum Yazın