Musalla : Yüksek bir yer, tepe, tümsek. Cenaze namazı kılınmak üzere tabutun üzerine konulduğu taştan (musalla taşı), veya ahşaptan yapılmış sehpa.
‘O zamana kadar hiç camiye götürmemişlerdi’
Yukarıdaki cümle Rıza Tevfik’e (feylesof) aittir. Çocukluk yıllarında gittiği bir bayram namazını ve ruhunda açtığı derin izleri ve de bu olaydan aldığı ilhamın şair liğindeki tesirini anlatmaktadır.
‘Gelibolu; işte benim vatanım ve Cennetim orası idi’
Mustafa paşadan dünyaya gelen Rıza Tevfik, beş yaşına kadar babasının kaymakam olmasından dolayı ilçede kalmış olup, 1877-78 Osmanlı-Rus harbi (93 harbi) ile İstanbul’ a gelir. Daha sonrada aile Gelibolu’ya yerleşir.
‘Çocukluk Cennetim’ dediği Gelibolu’da geçirdiği çocukluk yıllarındaki hatıra larından birinin hayatındaki önemini anlatmaktadır.
Musalla; Lapseki’den sallarla Hamzabey sahiline çıkınca deniz kenarında, sahile hakim yüksek bir yerin adıdır.
Gelibolu fatihleri sabahın karanlığında sallarla Lapseki’den Hamzabey sahiline geçince, öncelikle o yüksek yere (musallaya) çıkıp sabah namazını cemaatle kılmışlar. Daha sonra bir iki gün gibi kısa zamanda oraya mermerden bir küçük namazgah yapmış lardır.
Bayramlar yaz ayına denk gelip, havaların güzel olduğu zamanlarda orada bulunan ahali (halk) kalabalıklar halinde gelip, musalla namazgahında cemaat olup namaz kılarlardı.
Güzel bir yaz mevsimi, arife günü kucağında yeni alınan bayramlık ayakkabısı (potini) ile yatan Rıza Tevfik, Bayram sabahı erken uyanır. İlk defa camiye gidecektir. Ve heyecanlıdır. O anı; ‘O zamana kadar beni hiçbir camiye götürmemişlerdi. O sabah çok arzu ettim, merhum pederimle (Babamla) beraber yola çıktık, musallaya gidilecekti.’ Diyerek anlatmaktadır.
Yollarının üzerinde bulunan yazıcı zade mezarlığında birçok kıymetli insanların yatmakta olduğunu bahisle, MUHAMMEDİYE müellifi yazıcı zade Mehmet Efendinin Türbesinde orada olduğunu kaydetmektedir.
Mezarlıktan geçerek, mescide eriştiklerinde, kendilerinden önce gelenlerin , mihraba karşı diz çöküp oturduklarını ve uzun uzun saflar oluşturduklarını görür ve onlarda usulca bir safa otururlar.ilk defa camiye gelen bir çocuğun heyecanıyla sağa sola bakmakta ve etrafı incelemektedir.
Tam bu anda cemaatın tekbir almaya başlaması, kendisini çok etkilemiştir. O anı şöyle anlatmaktadır; ‘Ben hayranlıkla ve pür heyecanla etrafıma bakarken, cemaat birden bire tekbir almaya başladı. Orada o esnada ilk defa işittiğim, hep bir ağızdan yüksek sesle söylenen tekbirin ruhumda meydana getirdiği ulvi heyecanı anlatmam mümkün değildir. Ancak, şu kadar anlatabilirim ki; karanlık ve fırtınalı gecelerde birden bire gök gürleyince, o ses ve gürültü, issiz ve sessiz alanlara doğru nasıl dalga, dalga yayılırsa, O Müslüman cemaatin yekdil ve yekavaz (hep beraber hep bir ağızdan) olan tekbir sedası da benim ruhumda öyle akisler meydana getirerek uzadı gitti. İki dakika ara ile, tatlı bir şeklide tekbir seslerinin tekrarı, o kadar sade vicdanları etkileyen bir ibadet idi ki; Hiçbir dinde, hiçbir ibadet şeklinin insanları bu kadar etkileyeceğini sanmıyorum. Hele açık bir alanda yapılan bu tesbihat bütün kainatı, insanın nazarında hudutsuz bir ibadet yeri gibi gösteriyordu.’
‘Halk namaza başlayınca ben olduğum yerde oturdum, namaz kılanlara baktım, gökyüzüne baktım, Zühre yıldızını seyrettim. Nihayet ufuklar ağarmaya başladı. Çok seneler sonra anladım ki; o sabah musalla ufuklarında gördüğüm o latif beyazlık, eski şairlerin dediği gibi: ‘cilve-i asumanidir.’
‘Bayram namazı kılındıktan az sonra tarifi mümkün olmayan, renk ve aydınlık (ışık) görüntüleri dikkatimizi çekti, gittikçe kızıllık arttı ve denizin içinden güneşin nasıl doğduğuna ilk defa olarak o zaman şahit oldum. Herkese garip gelse bile, bana pek tabi görünüyor ki bu çocukluk harikaları sayesinde ben medeniyeti islamiyyeye, meftun olmuş kalmışımdır.’
‘Bu hatıram, her bayram, o manzara ulvi vicdanımda yer gösterir. Çünkü ömrümde ilk defa gördüğüm Bayram Namazı hatırasıdır.’
‘Bundan dolayı her bayram geldiğinde zihnim MUSALLA’da dolaşır.’
‘Bende bu ilk bayram namazının hatırası yaşadıkça, asil ve muttaki ecdadımı; Birçok felaketlere rağmen, mutmain ve bahtiyar yaşatmış olan dini islamın kudsiyeti, ruhuma tükenmez kuvvetler katacak ve bana ulvi ilhamatı şairane verecektir.’
Ve bu hatırasını şu cümlelerle bitiriyor. ‘Sabahın kutsi güzelliğine çocukları aşina etmek için, bayram namazına götürünüz. Tesiri kibriyayı gönüllerinde duymaya alıştırı nız.’
Batı ile ilişkiler konusunda da; ‘Avrupa’da fikirlerin tekamülü (gelişmesi) az çok muntazam safhalar geçirmiştir. Bizde öyle olmadı. Tanzimat devrine kadar dünyadan külliyen bihaber kaldık. Sonra bir sürü siyasi sadmeler ve menhus muharebeler (savaşlar) sebebiyle Avrupa ile aramızı ayıran kerpiç duvar yıkılınca, Avrupa ile birdenbire temasa geldik ve bir çok eski fikir tortularından maneviyetimizi temizlemeğe vakit bulamadan, mübrem yani icbar edici zaruretler saikasıyla acele ne alabildikse aldık. Son devir tarihimizin hülasası -benim anladığıma göre- budur’ demektedir.
Asıl adı Ali Rıza olan Rıza Tevfik 1869 tarihinde babasının Kaymakam olarak bulunduğu Cisri Mustafa Paşa kazasında doğar. Babası aslen Arnavutluk’tan Debrei Balalı Hoca Ahmed Tevfik efendi. Annesi ise Kafkasya’dan kaçırılarak Istaanbul’da bir konağa satılan Çerkez asıllı ve köle cinsinden Münire hanım. İlk tahsiline, 93 harbi sırasında resmi görevinden ayrılarak İstanbul’a gelen ve burada Dağhammamı’nda Alyans İzraeliyat müessesinden Sion Yahudi mektebinde türkçe hocalığı yapab babasının yanında başlar.
Rıza Tevfik: Çok inişli çıkışlı bir fikre sahip olan şairin hayatı da; düşünce yapısının grafiği ile örtüşmektedir.Tanzimat sonrası Türk Edebiyatı şairlerinden olan ve 1789 Fransız İhtilalini hazırlayan ünlü fikir adamlarının kitaplarından etkilenen lerdendir.
Osmanlının son dönemindeki batılılaşma kuşağının içinde bulunan şair; öğrencilik yıllarında okuldan uzaklaştırıldığı gibi, o zamanın modası olan ‘Hürriyet-Adalet-Müsavat’ nutuklarından dolayı nezarethanede kalmış hapishanede yatmış, mahkumları isyana teşvik etmiş ve serbest bırakılmıştır.
1907 yılında henüz gizli (illegal) olan İttihat ve Terakki Cemiyetine girer ve faal bir üye olarak çalışır.
İkinci Meşrutiyetin (1908) ilanında; Selim Sırrı (Tarcan) ile ateşli nutuklar çeker ve aynı yıl Edirne Mebusu (Milletvekili) olarak Meclisi Mebusana girer. İktidara gelen ittihatçıların zorbalıklarına ve faili meçhul cinayetlerine ve tarzlarına karşı çıkarak ayrılır. Ve kendisi gibi ayrılanların oluşturduğ, Hürriyet ve İhtilaf Fırkasına (partisine) katılır.
Tıbbiyeyi otuz yaşında bitirebilen şair öğrencilik yıllarında üst düzey (Bakan, Vezir, Mebus (Milletvekili) Devlet ve Hükümet adamlarından destek alır.
Çeşitli dergi ve gazetelerde yazılar yazar ve memuriyetinin yanında çeşitli okul larda ders verir.
Osmanlı Devletinin Balkan Savaşına ve de Birinci Dünya Savaşına girmesine karşı çıkar.
1918’de Tevfik Paşa Kabinesinde Vahidettin’in isteği üzerine; Maarif (M.E.B) Bakanı, 1919-20’de Damat Ferit Hükümetinde; Meclis başkanlığı yapar.
10 Ağustos 1920’de Sevr Anlaşmasının imzalayan heyette olması sonunu hazırlar. Ayrıca siyasi bazı görüş ayrılıkları nedeniyle Anadolu’da başlayan ‘Milli Müca dele harekatına da karşı çıkan Rıza Tevfik, savaşın kazanılmasından kısa bir süre sonra 1922’de Mısır’a kaçar. Daha sonra Sevr’i imzalamasından dolayı, yüz ellilikler listesine dahil edilir. Yaklaşık 20 yıl gurbette kalır. Umumi (genel) aftan beş yıl sonra 1943’de Türkiye’ye döner. Ve Aralık 1949’da vefat eder.
Ana tema olarak; Şair aşağıya alacağım şiirinde, bazı yaptıklarından dolayı pişmanlık duyduğuna işaretle, adeta bir “PİŞMANNAME” yazmaktadır. Pişmanlık elbette bir fazilettir. İnsanın hayatı boyunca yaptıklarının, bazı bölümlerinin, uygun olmadığını dile getirmesi anlamlıdır. İş işten geçtikten sonra da olsa önemlidir. Bilhassa II.Abdül hamit dönemine ve ona yaptıklarından ve yapılanlardan pişmanlık duyulması, tarihe ve tarihçilere ışık tutacaktır.
Eğer İttihat kadroları ve meşrutiyetler ortamı milli perspektife göre yönlendirilse, yabancıların elinden kurtarılsaydı, bu gün milletimiz ve milletimizin eli daha güçlü olurdu tezi doğrulanır mahiyettedir.
Beni böyle bir yazı yazmaya sevk eden sebep ise; Şairin ‘Abdülhamid’in ruhani yetinden istimdad’ şiiridir. Ancak, bu bilgileri aktardığım ‘Timaş yayınları, Rıza Tevfik’ adlı eserde göremedim. Bu şiirinin bir kısmını başka kaynaktan alacağım;
“Tarihler adını andığı zaman
Sana hak verecek ey koca sultan
Bizdik utanmadan iftira atan
Asrın en siyasi padişahına
Padişah hem zalim hem deli dedik
İhtilale kıyam etmeli dedik
Şeytan ne dedi ise biz beli dekik
Çalıştık fitnenin intibahına
Deli sen değil meğer bizmişiz
Bir çürük ipliğe hülya dizmişiz
Sade deli değil edepsizmişiz
Tükürdük atalar kıblegahına…
Saçak öpmeyenler secde ettiler
Bir asi zabitin pis külahına”(Rıza Tevfik)
Yorum Yazın