Yüz yıllardır hayatımızda olan ve insanların, inançların, düşüncelerin hatta evlerimizin içine kadar giren hastalığı, ‘Tasavvuf’ inançsızlığını ele alıyorum.
Bir dinsizlik düşünün ki, yazarları Evliya, bir inançsızlık düşünün ki, girdiği tüm dini inançları için için eriten...
Panteizm ve Panenteizm
Panteizm: Tanrı ile evrenin bir olduğunu ve Tanrının evrenden bağımsız bir varlığı olmadığı görüşünü savunur.
Tanrı ile evreni özdeşleştiren bu görüş aynı keza nesnel ve insan dünyasındaki her şeyin Tanrı olduğunu savunur. Kâğıt, kalem, insan, hayvan, su, vb.
Kurucusu 17. Yüzyılların felsefecisi Baruch Spinoza olarak bilinir. Spinoza’ ya Panteizm, Monizm sayesinde yapışmıştır. Monizm ise; her şeyin madde ve enerjiden oluştuğunu veya tek bir tözden geldiğini savunan bir görüştür.
Düşünün ki öldünüz, geride bıraktığınız eser, bir gün inançsızlıkların temsili, inançlarınsa kurbanı olsun.
Panenteizm: Panteizmin yanından geçen bu görüş; Her şeyin Tanrıdan olduğunu, her şeyin tanrıya döneceğini savunur. Yani evren Tanrının bir özüdür ama tanrı değildir. Panenteizm’ e göre Tanrı hem sonlu hem sonsuz bir varlıktır.
Bu iki görüş ilelebet birbirleri ile zıt bir o kadar da birdir.
Hallâc-ı Mansur
İslam Ansiklopedisi. org.tr e göre Hallac-ı Mansur Tasavvufun gelişmesine önemli katkılarda bulunan mutasavvıf. Mutasavvıf; tasavvuf inancını benimseyip, kendini tanrının hikmetine verene deniyor.
Bu zât, muhterem, vakti zamanında “En-el Hak” diyerek Ben hakkım, yani Tanrıyım der. Anlatılan mucizevi kaynaklara göre Hallac, bunu demesine demiştir ama aslında demek istememiştir. Bu su şekil dile getirilir; “tasavvuf ilmine vâkıf olamayan zâhir ulema, fesatlık çıkarır.
Hallâc-ı Mansur, bizim konumuza diğer isimler için önemlidir. Fakat burada ölümü hakkında bilgi verme mecburiyetini ve bunun vermiş olduğu zevki en azından sizlere de tattırmış olmak istiyorum. 26 Mart 922’de Bağdat’ın Bâbüttak denilen semtinde önce kırbaçlandı; burnu, kolları ve ayakları kesildikten sonra idam edildi. Başı kesilerek, Dicle üzerindeki köprüye dikildi. Gövdesi yakılıp külleri ise nehrin sularına serpildi. Hallac-ı Mansur, dediğim gibi bizler için önemli bir karakter değildir fakat bir Panenteizm inancını gördüğümüz ilk insanlardandır.
Buradan, Hallac-ı Mansur’a Fihi ma fih kitabında hak veren, o yücelerin yücesi yani Mevlana’ya
Mevlana Celaleddin-i Rumi
13. yüzyılda Anadolu’da yaşamış olan, Fars asıllı tasavvufçu, ilahiyatçı ve Sufi bir mistik şair.
Mevlana bugün herkesin evine girmiş, sokağından geçmiş, Konya’nın etli ekmeğine bile konu olmuş(Konya’nın etli ekmeğine lafım yok). Mistiklikle, delilik, delilik ile de İslam arasına İstenerek ya da istenmeyerek konulan bir karakterdir. Hemen herkes bir sözünü, ününü ya da Mesnevi ilahisinden yola çıkarak, Mevlana’yı görmüş, duymuş ve hissetmiştir.
Mevlana, “Şüphe yok ki, mesnevi gönüllere şifadır, hüzünleri giderir… Şanları yüce, özleri hayırlı kâtiplerin elleriyle yazılmıştır… Temiz kişilerden başkalarının dokunmasına müsaade etmezler… Mesnevi Âlemlerin Rabbinden inmedir… Batıl ne önünden gelebilir ne de ardından… Tanrı onu korur ve gözetir.” Mevlana’nın Mesnevi Kitabından bir alıntıdır
Kur’an’ın belirli ayetleri ile ortaya karışık sunulmuş ve üstüne bunu kendi yorumuna göre aktarmıştır. Buna çoğu kimse “bunlar ermiş, evliyadır. Sizin gibi yüreği okyanus olmayan, aklının ermediği kimselere göre dini yaşamazlar, onlar bizim görmediklerimizi ve bilmediklerimizi bilir” der.
Burada üç nokta koymak isterdim, neyin nereye varacağını, hangi sözün hangi söze denk geldiğini de bildiren bu kimselerden, öyle sıkıldım öyle bunaldım ki. Kendi dini olan İslam’ı karalatan nice şair kılıklının varlıklarından dolayı şükretmiş, üstüne Ahmed Yesevi ile de tarikatçılığı Türklere yedirmişlerdir.
Buna da dini daha anlaşılır ve dini daha yaşanır hale getirdik demişlerdir. Onlara göre Kur’an 600 sayfalık küçük bir kitap, yazdıran Tanrı’da eksik bilgi göndermiştir. Nerede İslam’ın Tevhidi? Nerede Maide Suresi 120. ayet?
Mevlana, Divan-ı Kebir’de geçen bazı aşk cümleleri; “Yalnız dudaklarımla, ağzımla değil bedenimle gülüyorum çünkü ben, beni bıraktım, benden vazgeçtim onunla, yani padişahlar padişahı ile halvetteyim”
İşte ilahı aşk, işte tasavvuf, sizler başka pencereden bakın, bizim görmediklerimizi görün, işitin, hatta halvete girin… Buna da onlar ermiş ve evliya deyin. İslam’ı ve kitabını eksik görenler, kendi ahlakını en ahlaklı sananlar ve Tanrısı bizzat bunlardan bahsettiği halde duymayanlar. Belki de haklıydı Zerdüşt, tanrı öldü derken. Milyonlarca insanın tanrısını, bir nihilist değil, ateist değil de siz öldürdünüz belki de. Bir Nihilist’ kadar cesur ve dürüst olamayan sizler.
Köleciliğin ve Çilenin Kudreti
Birçok tasavvufi eserin ve bu eserlerden alınması gerekeni, bizlere kısa ve net anlatmamakla birlikte, sadece dini ya da inandığınız değerlere engel olmakla yetinmezler. Üstüne size çile çekmenin ve bu çile şükretmenin yolunu tek tek anlatırlar, unutmayın ki içe dönük olan dertleriniz sizin olsun derler. Bana sadece köleliğin yeter. Çünkü size sürüden ayrılmayın, aklınızı kullanmayın, lider olmaya çalışmayın der. Tarikatçılığın, zirvesini gördüğümüz ve bunun zulmüne henüz uğramamış sizler, oturun. Ne dininizi ne kendinizi yaşayın.
Tarikatçılık
Bu konuyu ele almak için içimi ne kadar döksem ne kadar çok dile de getirsem hüsranla sonuçlanacak, eğitime, sektöre ve insanların içine işlemiş olan bu lanet. Bir gün sizin de bahçenizdeki gülü soldurur elbet.
O dağın dibine kurduğunuz Okullar ve o okullara gitmek zorunda kalan öğrenciler. Hiç düşündünüz mü? Neden dağın dibinde ve şehirden uzak bir yerde, öyle ıssız ve sesinizin çıkamayacağı kadar korkunç ve tekinsiz yerdeler? O dağın dibindeki okulların, yurtları ne âlem de? Kimler kalmak zorunda? Gülüyorum doğrusu. Çaresizliğimize.
Bazen soruyorum kendime Tanrı haklı mı? Onca düşmanlığım ve onca kinime rağmen? Öyle bir haldesiniz ki, öyle komik, öyle iğrenç, öylesine nefret duyuyorum ki, Tanrı diyorum haklı, bu insanlara, insanlara ve insanlara, işte o an acı çekmeleriniz bana cennet, gülümsemeleriniz ise bir cehennem. O an diyorum ki kendime Tanrı haklı hem de bütün bu pisliğe rağmen.
Yorum Yazın