“Beni anlamak istiyorsan yüreğinin içine bak.”
Lao-Tzu
Duygusal zekâ ile ilgili çalışıyorum uzun süredir. Konuyla ilgili en büyük eksikliğimin duygularımın farkında olmamak olduğunu keşfettim. Bilgi sahibi oldukça yalnızca benim değil hepimizin eksiği olduğunu da. Yaşam, duygularımız ve düşüncelerimizin gücünün farkında oldukça daha nitelikli bir hal alıyor.
İletişim halinde olduğumuz insanlarda, özellikle olumsuz olarak adlandırdığımız duygulara açık olmadığımızı özel ve iş hayatımda deneyimleyince öncelikle kendi davranışlarıma odaklanarak incelemeye başladım.
Karşımızdaki insanı anlamaya çalışmak yerine “Çok sinirli bir insansın.” diyoruz mesela, “Sakin ol.” diyoruz ya da “Ben de geçen günü şunu yaşadım ve sinirlenmeden çözdüm.” gibi bir cümleyle geçiştiriyoruz. Bu basit gibi görünen cümlelerin altında neler var; suçlama ve aşağılama var. “Sen benim gibi akıllı değilsin.” mesajı var. Bunlar hiçbir insanın hissetmek istemeyeceği duygular.
Duyguları önemsemiyoruz. Etkilerini yeterince bilmememizden kaynaklandığı kanaatindeyim. Öfkenin, üzüntünün de sevinç kadar insana lazım olduğunun farkında değiliz. Etkili bir iletişim kurabilmek için bakış açımızı karşımızdakine çevirmek durumundayız. Üstünlük kurma isteğimizi, akıl verme arzumuzu bir tarafa ne kadar bırakabiliyoruz?
Karşımızdaki, ki bu genelde çok değer verdiğimiz insanlardır, sadece duygusunun anlaşıldığını hissetmek istiyordur belki de. Yalnızca sarılmanızı, “Yanındayım.” demenizi. Öfkeliyse “Seni anlıyorum, hayal kırıklığı hissediyorsun.” dememizi mesela. Gözlemlediğim yanıtlar ise “Bu kadar sinirlenecek bir şey yok.” ya da “Kendini yıpratma.” minvalinde cümleler oluyor.
Kendi yanıtlarıma da baktım tabii ki. Onu anladığımı, daima yanında olduğumu söylediğim tek kişi varmış hayatımda. Diğer herkese; ailem, dostlarım dâhil, öfke ya da üzüntü hissettiklerinde kendi tecrübelerimden örnekler verdiğimi fark ettim.
Tabii konu buradan karşımızdakini ne kadar dinlediğimize bağlanıyor. Kendi tecrübelerimizden örnek verdiğimize göre dinlerken yanıt hazırladığımız ortaya çıkıyor. Kendi bakış açımızla değerlendirme yapmak amacıyla dinlediğimiz sonucuna varabiliriz kolaylıkla.
Hepimizin tek bir isteği var aslında: Anlaşıldığını hissetmek.
Anlatıyoruz oysa duygularımızı; üzgün hâlimizde bir mesaj var. Yılgın mı, çaresiz mi, incinmiş mi, yalnız mı, pişman mı… Öfkemizde de bir mesaj var elbette. Acı mı, kırgınlık mı, ihanete uğramış mı, şaşkın mı… Bu alt duyguları ortaya çıkaracak sorular soruyor muyuz?
Gerçekten anlamak istiyor muyuz birbirimizi? Yoksa sadece akıl vermek mi istiyoruz? Daha akıllı olduğumuzu, daha güçlü olduğumuzu, daha tecrübeli olduğumuzu anlasınlar mı istiyoruz sadece?
Bir insanı anladığımızı belirtmek için çok fazla yöntem var. İlk olarak aynalama tekniği güzel bir başlangıç oldu benim için. İletişimde ahengi oluşturmak için beden dili, kelimeler ve tonlamanın gücünden faydalanmak lazım.
İkincisi ise kullandığımız cümle kalıplarını değiştirmek. Anthony Robbins, Sınırsız Güç* isimli kitabında “Bilinçsiz ve otomatik olarak kullanılan ve iletişimi en fazla bozan kelimelerden biri ‘fakat’ kelimesidir. Onun yerine ‘ve’ bağlacını koymayı alışkanlık haline getirmeliyiz.” der. Anlaşmazlığı tetikleyen cümle kalıplarından uzaklaşmak gerektiğinin altını çizer.
İsmini “Anlaşma Çerçevesi” koyduğu bir iletişim yönteminden bahseder ki bu yöntem duyguların farkında olma, etkin dinleme, paylaşma, anlaşıldığını hissettirme gibi tüm konu başlıklarını içine alır. Direnç ve çatışma ile karşılaşmadan saygılı bir iletişim için daima baş ucumuzda olması gereken üç cümle kalıbı şunlar:
“Takdir ediyorum ve …”
“Saygı duyuyorum ve …”
“Anlıyorum ve …”
Ez cümle, birbirimizle sürekli bir savaş halindeyiz sanki. Duygularımız var; her biri gerekli olan duygular. Maskelerimizden sıyrılacağız, eleştirilme korkumuzu bertaraf edebilirsek. Saldırmadan, karşımızdakini mücadele etmek zorunda bırakmadan iletişimi öğrenebilirsek kazanacağız.
*Anthony Robbins, Sınırsız Güç, İnkılâp Kitabevi, Sekizinci Baskı, S. 283
Yorum Yazın