Mısır tarafından Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi'ne sunulan ve ABD Başkanı Donald Trump'a Kudüs'ü İsrail'in başkenti olarak tanımaktan vazgeçme çağrısı yapan ve 14 üye tarafından desteklenen 18.12.2017 Tarihli Karar Tasarısı Washington tarafından veto edildi.
Devamında, 21 ARALIK 2017 Tarihinde New York’ta BM’de yapılan KUDÜS oylamasında 128 evet, 9 ret ve 35 çekimser oy kullanıldı. ABD ve İsrail haricinde ret oyu veren ülkeler, Amerika’nın etrafında ve ona ekonomik olarak muhtaç Palau, Guatemala, Togo, Nauru, Honduras, Marshall Adaları ve Mikronezya oldu.Asya, Avrupa ve Afrika Ülkeleri ile Müslüman Ülkeler (Bosna-Hersek çekimser) blok halinde ABD’nin kendi evinde tehditlerine rağmen “evet” veya çekimser oyu kullanarak Trump ve İsrail oldu bittisine “olur” vermediler.
Öyle ki, Medine Şehrinin Müdafaacısı Fahrettin Paşa’ya hadsizce dil uzatan Dış İşleri Bakanı Abdullah Bin Zayed’in ülkesi Birleşik Arap Emirliklerinden tutun, İran’a karşı İsrail’le birlikte flört etmeye çalışan Suudi Arabistan Temsilcilerine kadar tüm Arap Ülkeleri’de tasarı lehine oy kullandılar. ABD’nin tehditlerine rağmen; kimisi gerçekten samimi olarak karşı olduğu için, kimi de halklarının tepkilerinden çekindikleri için “ABD’nin elçiliğini İsrail’in Başkenti Kudüs diyerek taşıma kararına” karşı duruş sergilediler.
Tüccar Trump’ın gelişiyle beraber Ortadoğu’da silah satarak ticari çıkışlar yapan ABD ve Evangelistler, Dünya’ya her istediğini yaptırabileceklerini zannettiler, ABD Müesses Nizamının da sessizliğini ve seyirciliğini sergilediği bir ortamda bir hafta içinde ABD iki önemli gol yedi. Aslında Trump, PYD’ye destek çıkışları, Türkiye’ye vize uygulamaları ve en son Kudüs Provokasyonuyla suni gündemler yaratarak, başkanlık seçimlerinde yaptığı ve şimdilerde ortaya çıkan seçim hilelerini gündemden düşürme amacını taşıyordu. Çünkü başkanlığının meşruiyeti tartışılır hale gelecekti. Nitekim sular biraz durulunca Trump’ın başı çok ağrıyacak, rakipleri koltuğunu silkelemeye başlayacaklar.
Zaten şu ana kadarda önceki başkanlara göre bir vizyon ortaya koyamadı. Amerika’nın ilk yıllarında sığır ticareti yapan tüccar kovboylar gibi spot hareketler yaptı. Suudi Arabistan ve Katar çatışmasından her iki tarafa milyarlarca dolar silah satarak fırsatçılık yaptı, iki tarafı da kendi haline bırakarak “ne haliniz varsa görün” dedi. Bu bulanık havada PYD ve YPG’ye silah yığınağına hem “karşıyım” diyerek, hem de devam ederek, ayak oyunlarıyla Türkiye’ye de yüklü silah satışını hesaplıyordu. Ancak Türkiye’nin Rusya’dan S 300’leri alması ise façasını fena bozdu.
Aslında karşıymış gibi dursa da, Barzani’nin “Bağımsız Kürdistan” referandumunu ABD destekliyordu. İsrail’se açık açık destek veriyordu. Ancak, pek ihtimal vermese de, olurda Irak, İran ve Türkiye’nin aktif olmaması durumunda “ya tutarsa” hayali de gerçekleşmedi. Böyle bir referandum Ortadoğu’da birbirine mesafeli olan bu üç ülkeyi daha da yakınlaştırdı. Bu ülkelerin kararlı duruşuyla prematüre doğumunu beklediği “İsrail’e uydu Kürdistan” ABD ve İsrail’in ana rahminde ölü doğdu. Barzani’inde sonu oldu. Olan yine zavallı Kürt Halkına ve bölge insanlarına oldu.
Ahtapotu besleyen sömürge kolları kesildikçe, karizması çizildikçe daha çok hırçınlaştı ve 2018’e girmeden Türkiye’yle vizeleri 2019/Ocak’ kadar erteleme ve dondurma kararını aldılar. Belli ki bununla kalmayacaklar. Zerrab Davası üzerinden farklı operasyonlara girecekler.
Dünya’da ki; baş döndüren bu gelişmeleri iyi okumak gerekiyor. İki kutuplu Dünya’yı artık kimse istemiyor. Hele Trump’ın gelişi ABD’nin elini iyice zayıflattı. İngiltere ve Almanya başta olmak üzere ABD’nin saldırgan, baskıcı ve dayatmacı politikaları hiç bir ülkeye hoş gelmiyor. Brexit’le Avrupa genel siyasetinden kopan İngiltere bile artık ABD’yle ortak hareket etmeme görüntüsü içerisinde. Çünkü, ABD’nin bozulan sicili üzerinden “istenmeyen ülke” olmak istemiyor. Bu nedenle Arakan Müslümanları’nın Dramında ABD hiç birşey yapmazken 29 Ağustos 2017’de İngiltere, Arakan'da yaşananları görüşmek için Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi'ni acilen toplantıya çağırdı.
YENİ DÖNEMİ OKUMAK
Arap, Afrika ve Ortadoğu Halkları ve Kadim Kavimleri olarak şunu artık iyi görmek gerek; “El atına binen, tez iner”. Kürdistan oylaması, Suriye, Irak iç karmaşaları, Afrika ülkeleri ve kabileleri, Afganistan, Lübnan, Libya, Yemen karışıklıkları İsrail’in Gazze İşgali hepsi de kan, gözyaşı, göç ve ıstıraplardan başka bir şey getirmiyor. Irak-İran savaşı yıllarca sürdü, savaş ve silahlanma yarışıyla bu ülkeler kazandı. Şimdi de Suudi Arabistan ve İran arasında mezhepsel bir çatışma tezgahını kurgulamaya çalışıyorlar. Aman dikkat...
Türkiye bu senaryoyu geç de olsa iyi okumaya başladı. Türkiye’nin bütünlüğünün, bölge bütünlüğüne bağlı olduğunu anladı. Aktif savunma için oyunu izlemek değil, oyun kurucu olarak, oyunun içinde olmak gereğini gördü ve oyuna girdi.
Dış Politika hayal, hamaset veya temennilerle yürümüyor. Diyalektik bir mantıkla, objektif bakış ve pragmatik davranışlarla başarıya ulaşıyor. Bölge gerçeklerini ve dinamiklerini iyi görmek gerekir. Bölgede oyun kurucu olmak için ‘bölgesel güç’ haline gelinmelidir. Bu sadece silah veya ordu gücü anlamına gelmiyor. Buralarla ilgili reel politikalarınızın olması, size uygun iklim oluşturulması ve bu politikalarınızı sahada savunan ve taban oluşturan yerel güçlerinizin ve taraftarlarınızın olması gerekiyor.
Bölgelere müdahil olabilme hakkı için ise ayrıca meşruiyet gerekiyor. Aynı dinden, aynı soydan olmadığı halde, Bölgeyle sınırı bile olmayan ülkeler ile okyanus ötesi güçler kendilerine meşruiyet hakkı için yerel güçler oluşturuyor, bu işbirlikçilere davetiye çıkarttırıyorlar. Sonra karıştırdıkları ve yaşanmaz hale getirdikleri bölgeden çıkan bir tek göçmene bile kapılarını açıp, ülkelerine kabul etmiyorlar. Yine en yakın komşu ve dindaş olan Türkiye sahip çıkmak ve kabul etmek zorunda kalıyor.
ABD, bölgede PKK, PYD, YPG’yi, İsrail Barzani’yi, Rusya Esad’ı, İran Yemen’de Yemende Husiler,Lübnanda Hizbullah ve Irakta Hatti Şabileri kendilerine partner ve müttefik kılıyorlar. Türkiye ise küresel aktörlerin karşı çıkmalarına rağmen ÖSO (Özgür Suriye Ordusu’nu) organize ederek kısmen de olsa oyun dışı kalmamaya çalışıyor.
Yıllarca aynı imparatorluk çatısı altında yaşadığımız ortak kültür ve din bağımız olan bölge halklarına ve insanlarına kayıtsız kaldık. Bunun sonucu soydaşımız olan Türkmenlerle bile ilgilenmedik, kopukluk yaşadık. Bu nedenledir ki, Türkmenleri bile tek çatı ve örgüt etrafında birleştiremedik.
Birinci Dünya Savaşı sonrası, Arap Halklarına, İngilizlerin Lawrenslerle ektiği Osmanlı ve Türk düşmanlığı nifak tohumları yakın zamana kadar etkisini sürdürdü. Bizlerde yıllarca bölgeye ve halklarına kayıtsız kaldık, ilgilenmedik. Bunu ortadan kaldıracak politikalar ve uygulamalar yerine hayıflanarak veya umursamaz davranarak süregelmesine meydan verdik. Bu duruş emperyalistlerin ekmeğine yağ sürmüş, emellerine hizmet etmiştir. Bölgeye arkamızı dönerek, bölge karıştırıcı emperyal güçlerin arkamızdan iş çevirmelerine imkan sağladık. Bu olumsuz bakış son yıllarda azalmaya başlasa da hala hassas bir çizgide bulunmaktadır.
Artık aklın, hissiyata galebe çalması gerekiyor. Ülkelerinde feodal veya monarşik yönetimlerle hakimiyetlerini sürdüren idarecilere aldırıp, bölge halklarına ilgisiz kalmamız gerekiyor. Halkları kendimize düşman edecek söylem ve davranışlara girmemeliyiz. Bölgesel çıkarlarımız, siyasi ve sosyal istikrarımız, askeri ve ekonomik kalkınmamız bunu gerektiriyor. Komşunun evi yanarken, bahçesinde hastalık varken biz güvende olamayız. Kaldı ki burnumuzun dibindeki enerji kaynaklarına ve bu kaynakların sahibi olan insanlara dini, dili,niyeti, milliyeti ve cibilliyeti alakası olmayan emperyal işgalcilerden bizler daha yakınız, onlardan daha avantajlıyız.
Yapmamız gereken, öncelikle duygusal tepkileri ve refleksleri bir yana bırakıp, akıllıca,sistemlice, kardeş ve dostane ilişkilerle yaklaşımda bulunacağız. Türk Cumhuriyetlerinden dışlanmamıza neden olan “yolunacak kaz gibi” fırsatçılık yapmayacağız. Karşılıklı sivil toplum örgütleriyle kültür ve eğitim, turizm faaliyetleriyle yakınlaşıp ekonomik ilişkiler, işbirlikler kuracağız. Ayrılıkları, ön yargıları ön plana değil, ortak yanları öne çıkaracağız. Onların yıllardır canına okuyan, gözünü karartan bildikleri ve bıktıkları hurafeleri ve din diye sunulan yanlışları önlerine koymayacağız. O zaman “sizin bizim başımızdakilerden ne farkınız var” söylemine fırsat vermeyeceğiz. İlmimizle, demokrasimizle, bireysel özgürlüğümüz ve girişimciliğimizle, ahlakımız ve kültürümüzle, kadınında kişiliğini bularak toplumsal kalkınmaya entegrasyonuyla örnek ve model olacağız. Mimai’den, Londra’dan menkul almalarının, çocuklarını eğitim için ABD, Kanada ve Avrupa Ülkelerine göndermelerinin, birikimlerini, servetlerini,sermayelerini başka ülkelere göndermelerinin önüne geçeceğiz. Kendi ülkelerinin yaşanılır hale gelmesi için öncüler yetiştireceğiz, öz güven vereceğiz. İşte o zaman bölge ülkelerinin üzerindeki petrol karabulutlarının arasından güneş açacak, adına ne baharı derseniz deyin, gerçek bahar gelecek. Bu vebal Türkiye’nin ve bu şuurda olanların üzerinde...
El uzatmadan elin tutulmaz. Hz. Mevlana’yla bitirelim.
“Dünle beraber gitti cancağızım,
Ne kadar söz varsa düne ait.
Şimdi yeni şeyler söylemek lazım...”
Sağlıcakla ve esen kalın....
Yorum Yazın