Her bina bir köy ya da mahalle. Her site bir kasaba...Konserve kutusu gibi apartman katlarında, toprağa basmadan, yeşile dokunmadan, betonların arasında sıkışarak nefes almaya çalışıyoruz. Jeolojik deprem evlerimizi yıkarak (Allah korusun) beton altında kalmadan, farkında olmadan canlı canlı betonlaşmış bir hayata mahkûm yaşıyoruz.
Betonların arasından kirli bir gökyüzü. İnsanlar, deniz mavisi gökyüzü yerine, matlaşmış, griye çalan bir havaya bakıyorlar.
Zaten herkeste ayrı bir kibir, her biri dev aynasında karşısındakine burnu havada tepeden bakıyor. Sanki karşılaşmaktan çok sıkılmış gibi, bırakın hâl hatır sormayı, selamı bile esirgeyerek geçip gidiyor.
En samimisi merhabayı mırıldanarak, kafayı sallayıp uzaklaşıyor.
İnsanlar robot gibi…Kozmopolit bir hayata mahkûm olmuşuz.
“Marka kentlere marka mekânlar” diyerek pazarlanan, değeri rantla ölçülen dikey beton yığınlarının içerisindeki stüdyo tipi veya çok odalı konutların (evler diyemiyorum), TV dizileri, sanal medya ile birbirinden kopuk, zorunlu beraberlikten ibaret ruhsuz bir yaşamı sürdürmeye çalışıyoruz. Zaten rezidans diye sunulan stüdyo tipi evlerde insanları stüdyoda gibi bir yaşama alıştırmak için, toplumun temel nüvesi olan aileyi daha da parçalamak için kurgulanmış insanı yalnızlığa ve içine kapanmaya mahkûm eden bir yaşam tarzı sunan yapıdır. Bir nevi gettolaşan yerlerinde insanlar giyimleriyle, bindiği arabanın modeliyle, makamlarıyla ve etrafa yaydığı havayla farkındalık ve saygınlık kazanacaklarını umuyorlar. Bu sitelerde havuz, fitnes ve saunaları sosyal tesis ve meditasyon ve yoga merkezlerini de sosyal etkinlik olarak pazarlıyorlar.
Camiye giren çıkana selam vermiyor. “Baba ocağı” denen aile sıcaklığını çoktan kaybetmişiz. Cenazelerde, duaya gelen iki ayet okuyan hocalarımıza şöyle içi dolu kalın bir zarfı vermezsen, neredeyse okuduğu dua ve ayetleri geri alacak havayla yüzünü ekşiterek çekip gidiyorlar. Yaşamak ayrı bir maliyet, ölümde defin ise apayrı bir külfet haline geldi. Dirisiyle alakası olmayan komşuların gün geçtikçe ölüsüyle de alakası olmayacak hale doğru sürükleniyoruz.
Marketlerde yediğimiz içtiğimiz sentetik fabrikasyon ürünler. Çocuklar, büyükbaş, küçükbaş hayvanları görmediği için neredeyse “eti, sütü, yumurtayı fabrikada üretiliyor zanneder” hale geldiler. Marketlerin manav tezgahlarından başka sebze meyveyi görmediği için toprakla sosyolojik ve psikolojik bağı kuramaz haldeler. Yürüdükleri, asfalt, dokundukları metal, plastik ve beton. Bu ürünler gibi robot, sentetik insanlar haline dönüşüyorlar, öyle de yetişiyorlar.
Menfaatin olduğu yere, makama veya kişiyi seyrü seferler eksilmiyor. Çevresinde fır dönülüyor.
İşte 31 Mart 2019’da yapılacak bu Yerel Seçimlerle bu tehlikeli sürüklenişe kazık fren yapacağımız bir seçim olmalı. Seçeceğimiz Başkanlarda ve yerel yöneticilerde bu sürüklenişe dur diyecek adayları ön plana çıkarıp, işbaşına getirmemiz gerekir.
Seçilecek başkanlar, encümenler, muhtarlar mevcudu sürdürmeye, mevcut varlıkları, sistemi idare etmeye gelmemelidir.
Yeşilimizi, parklarımızı, gencimize ve yaşlımıza saygıyı geri kazandıracak, modern ve çevreye saygılı sanayi ve iş alanlarını, eğitimi ve bilimi ön plana alan insan odaklı toplumsal yapıyı kurgulayan yerel yönetimler oluşturacak kadroları öne çıkarmamız gerekir. Tüm canlıların yaşama hakkını öne çıkaran, doğayı, yeşili korumadan insanın yaşayamayacağının idrakinde olan şahsı ve nefsi için değil, Hakk’ı ve hizmeti esas olarak insanı merkez alan karakterleri bulmamız gerekir. Toplumu tüketim bağımlısı, yardıma muhtaç ama aylak aylak kahvelerde ve kafelerde ömür tüketen değil, okuyan, üreten, kazanarak kendi kendine yeten ekonomik düzenin tesisine altyapı hazırlayacak bir yönetimi tercih etmemiz son derece hayati önem taşıyor.
Emperyalist, kapitalist sistemin, acımasız pazar ekonomisine dayanan, değer yargılarımızı, bize ait güzel olan ne varsa, bizi bizden çalan her şeyimizi geri bize kazandıracak yerel yönetimleri ve yöneticileri iş başına getirmemiz gerekir. Seçeceğimiz insanların özüne bakacağız, sözüne bakacağız, gözüne bakacağız
Bize benziyor mu? Bizden birimi? Onu anlayacağız, tartacağız, ondan sonra işbaşına getireceğiz.
Yerel yönetimler öyle diğer kurumlara benzemez. Doğrudan geçimimizi, yediğimizi, içtiğimizi, mutfaktaki tenceremizi, içtiğimiz suyu, ağzımızın tadı tuzu ve yaşadığımız çevremizi, dirimizi, ölümüzü, hepsinden önemlisi okula giden çocuğumuzun geleceğini direkt ilgilendirir.
Yerel Yönetime aday olanların geçmişlerine, yaptıklarına, ruhlarına, donanımlarına ve ekipleri ile yalnızca kuru vaatlerine değil, bu vaatleri nasıl gerçekleştirecekleri projelerine ve de sundukları kaynaklara bakılmalı.
Adamakla mal tükenmez, vaatlerde bitmez. Politikacılarda lafta bitmez. Peynir gemisi lafla yürümez. Rahmetli Cem Karaca’nın “Peynir Gemisi” şarkısında söylediği gibi;
Laf ile peynir gemisi
Yürür mü a canım, yürür mü
Öküz altında buzağı
Büyür mü a canım, büyür mü
Eşme, eşeleme toz olur
Deşme, deşeleme söz olur.
Gelen ağam giden paşam
Ver şu ineği bende sağam
Alan razı satan razı
Yok mu eden doğru kelam
Ne sihirdir ne keramet
El çabukluğu marifet
Sabrın sonu da selamet
Doğdun sabret ölürsün sabret...
Politikada proje adamlarıyla, üfürücüleri ayırt etmemiz gerekir. Hani bir deyiş var ya; “Yel Allah’ın, kaval elin üfle babam üfle”
Sağ ve esen kalın......
Yorum Yazın