© Redaktör Haber 2022

Yazdıklarımız yaşadıklarımızla,  birleşince çok sesli bir müziğe dönüşüyor

Çeşitli dergilerde yayımlanan güzel öyküleriyle tanıdığımız, Kıyı’nın yazarı Esra Demirci ile edebiyat, öykü ve tuz buz olmasın diye gayret sarf ettiğimiz hayatlarımız üzerine bir söyleşi gerçekleştirdik.

RÖPORTAJ: AYŞE HİCRET KARAKAYA

2015 yılında Hece Yayınları’ndan ilk öykü kitabınız Kıyı yayımlandı. Çeşitli dergilerde yayımlanan öyküleriniz bulunuyor. Öykü yolculuğunuz ile başlayalım; ilk öykünüz ne zaman yayımlandı, nasıl başladınız, hangi yollardan geçtiniz?

İlk öyküm Hece Öykü 34. sayıda yayımlanmıştı. O zamanlar derginin yayın yönetmeni olan Hüseyin Su Beyefendinin yönlendirmesi ve yüreklendirmesiyle altı öyküden oluşan bir dosya göndermiştim. Öyküler sırayla yayımlandı. Aynı dönemde Dergâh Dergisi için hazırladığım bir öyküyü de Mustafa Kutlu’ya göndermiş ve beni çok mutlu eden olumlu ve cesaret verici bir geri dönüş almıştım. O öykü de Dergâh’ta yayımlandı. Sonrasında pek çok dergiye öykü ve diğer yazı çalışmalarımla katkıda bulunmaya devam ettim, ediyorum.

İlk gördüğümde kitabınızın ismi, kapağı ve çağrıştırdıkları çok hoşuma gitti. Hayatın kıyısında yürüdüğümüzü, her an tuzla buz olmaya müsait maskeler taşıdığımızı hatırlatan karakterler okuyacağımı düşündüm. Bazen aynaya çarpıp kırılıyoruz, bazen bir başkasına, bazen bir olay karşısında. Onarabiliyor muyuz sizce yeterince örselenen yanlarımızı, nahifliğimizi koruyabiliyor muyuz? Yazmak ve okumak edimleri doğal bir kalkan oluşturuyor mu hayat gailemize?

Öykü yazmaya başlamadan, kitap yayımlanmadan önce de aslında hayatın içinde ama kıyısında olan, fark edilmeyi bekleyen, belki beklemeyen, önünden hızlıca geçilip gidilen o insanlar ilgimi çekerdi. Onlarda genelin dışında tutulmuş, kısıtlanmış, üzerine uzun uzun düşünülmeyen bir şeyler olmalıydı ve çoğunlukla da olurdu. Çocukluğumdan bu yana bir yanım hep kıyıdaki insanı merak eder, ona ilgi duyardı. Böylelikle içimde biriken karakterleri gün yüzüne çıkarmak zor olmadı.

İnsanın kendini onarması, sadece böyle bir ihtiyaç söz konusu olduğunda kendini hatırlaması, bir benliği olduğunun, ben olarak var olduğunun ayırdına o an varması acıdır da aynı zamanda. Yazmak ve okumak belki en çok öze dönmek anlamında destekçimiz. Bir kitabın sayfaları arasında kendimize rastlamak bu nedenle kaçınılmaz oluyor. Adı kalkan olsun, gölgelik, kaçış hepsi aynı şeyi söylüyor aslında; insanın kendine geç kalmakla meşhur olduğunu.

Yaşam bir hikâyeler bütünü değil mi aslında?  Bir akarsuyun içinde yol alırken arada sırada durup ayağımıza batan taşları temizlemeye benzetiyorum yazma edimini. Kitabınızda yer alan Törpü isimli öykünüzden örnek verirsek; kuaförde beklerken törpüye, badem yağı sohbetine, kadınlık hâllerine takılıp kalıyor muyuz biz öykücüler? Cümleler ardımızda mı her zaman?

Elbette. Aslında hepimiz hikâyelerimizin içine doğuyoruz. Biraz cesur olanlar kurguda değişiklik yapmayı başarıyor. Cesareti olmayan metne sadık kalarak yaşamaya devam ediyor. Hikâyenin içindeki hikâyeyi yazıyoruz belki. Dünü hatırlamaya, bugünü yaşamaya ve yarını düşlemeye çalışıyoruz. Yazdıklarımız yaşadıklarımızla, keşfedilen yeni yaşamlarla birleşince çok sesli bir müziğe dönüşüyor. Müziği durdurduğumuz noktada yazmaya başlıyoruz. Sonra kaldığı yerden devam ediyor müzik. Her defasında yanına eklenmiş yeni bir hikâye ile.

Bir önceki soru bağlamında ek olarak, Kıyı’da küçük yaşam kesitlerini okuyoruz. Öyküleriniz olağanüstü ögeler barındırmıyor. Hayatın içinden karakterlerin iç monologlarına yoğun olarak yer veriyorsunuz. Sözün özünü söylemeyi ve psikolojik ögeleri kullanmayı tercih ettiğiniz izlenimini edindim. Bu sade ama yoğun; aynı zamanda açık uçlu, aydınlanma anlarının çözümünü okura bıraktığınız anlatım biçiminizle ilgili neler söylersiniz?

Küçük hayatların içinde büyük gizler keşfetmeyi önceden beri önemsediğimden söz etmiştim. Küçükken, evimize misafirliğe gelen bir çocuğun hiç konuşmayıp köşede öylece oturması dikkatimi çekerdi mesela. Uzun masalarda süren uzun ve çok sesli sohbetlerin üzerinden, o hiç konuşmayan çocukla gizli bir dil kurup konuşurdum. Kitap sergisi olan yaşlı bir amca vardı, üç kelimeyle konuşurdu sadece. Kelime dağarcığı üç kelimeden ibaretti. Onun dışında mimikleri girerdi devreye. Böylesi bir keşif size diğer tüm insanları unutturabiliyordu. Tüm sesleri susturup hayatı üç kelimeyle yaşama isteği boy veriyordu içinizde. Bu nedenle insanların dışa dönüklüğünden ziyade iç seslerine kulak kesilmeyi tercih etmişimdir. Derinde bir yerde mutlaka bir şey vardır, diye düşünürüm. Bu da öykülere, öykü karakterlerine yansıyor elbette.

Ucu açık anlatım da çoğunlukla tercih ettiğim bir durum. Okurun zihninde boşluklar açmayı, o boşluklardan içeriye girip karakterler ve kurgu üzerinden bir merak bırakmayı seviyorum. Kapıyı kapatmaktansa aralık bırakmayı, arada oradan içeri bakmayı, öykünün okurda bıraktığı etkiyi görmeyi istiyorum belki.

Öyküye sadık bir yazarsınız. Düzenli bir şekilde öyküleriniz yayımlanıyor. Bu kısa ve yoğun anlatımı tercih etmenizin sebebi nedir? 

Hızlı, sabırsız ve aceleci bir yapıya sahibim. Bu özelliklerin neticesi olarak daha kısa bir tür olduğu, söyleyeceği sözü daha çabuk söylediği, elini çabuk tuttuğu için öyküyü her zaman önceledim.

Başlıca sebebim bu. Anlatma ihtiyacı, haberdar etme isteği, sesini duyurma şekli. Önemli olan özümüzdeki merakı tam olarak neyin karşıladığını çözümleyebilmek olmalı. Ben bu noktada iç rahatlığıyla “öykü” diyebilirim. 

Öykü yazarının kuşkusuz iyi bir öykü okuru da olması gerekiyor. ‘Daima yanı başımdadır’ dediğiniz kitapları öğrenmek isterim.

Okuma anlamında belli kıstaslarım yok aslında. Geçmişten vazgeçemediğim gibi şimdinin ritmini kaçırmak da istemiyorum. Bu nedenle okumalarımı genelde bir yeni, bir eski şeklinde yapmak gibi bir alışkanlığım oldu. Kendimden önceki kuşağın öykülerinde derinleşip, günümüzdeki tezahürünü de yeni öykülerde bulabilmeyi seviyorum. Her iki zamanı aynı tür üzerinden gözlemlemekten keyif alıyorum. Tomris Uyar öykülerinin bendeki yeri, karşılığı hep ayrı olmuştur. Bu nedenle daima yanı başımda diyebileceğim yegâne öykü kitapları Tomris Uyar imzası taşıyanlardır.

Her yazara sorulan, benim de yanıtını merak ettiğim bir soru; yazarken psikolojik olarak etkileniyor musunuz? İnsanlardan uzak kalma isteği, sessizlik, sakinlik arzusu... Veya yazmadan önce/yazarken mutlaka şunu yaparım dediğiniz herhangi bir âdetiniz?

Yazı yazma süreci, yalnız kalma ihtiyacını da beraberinde getiriyor sanki. Günlük hayatın koşturmacası içinde öne çıkan, göze çarpan, yazılmaya değer bir detayı o an not alıp, ondan belki bir gün, belki bir yıl sonra ve ancak köşeme çekilip, yalnız kaldığımda yazıya dökebiliyorum.

Biyografinizde arkadaşlarınızla Okuntu Dergisi’ni çıkardığınız bilgisini gördüm. Nasıl bir deneyimdi dergi çıkarmak?

Okuntu, üç ayrı şehirde yaşayan üç ayrı öğrenci arkadaşın çabalarıyla on sayı çıkabilmiş güzel bir seçkiydi. Geri dönüp baktığımda yazının ilk ve en esaslı mücadelesini verdiğimiz dönemi görüyorum. Büyük cesaret doğrusu, bile diyorum. Metinleri bir araya getirmekten, matbu hâlde görünceye kadar geçen sürecin içinde olmak elbette keyifli ve öğreticiydi. Pek çok kıymetli imzayla Okuntu özelinde bir araya gelmiş olmak da elbette.

Heceöykü Dergisi’nde aralıksız öyküleriniz yayımlanıyor. Uzun yıllardır Hece Yayınları çatısı altında olmak size neler kattı? Usta isimlerle çalışmanın öykücülüğünüze, içsel yolculuğunuza katkısı olmuştur kuşkusuz. Bu bağlamda Hece Dergisi’nde dosya konuları hazırlamış bir isim olarak, edebiyatımızda dergilerin yeri hakkındaki görüşlerinizi de öğrenmek isterim.

Hece ve Hece Öykü’de öyküler kadar kitap yazıları, söyleşiler ve hazırladığım dosya konularıyla da yıllardır yer almaktayım. Baştan bu yana ilgiyle takip ettiğim bir derginin sayfaları arasında pek çok kıymetli isimle birlikte olmanın gururu da hazzı da çok başka. Bu manada kendimi her zaman şanslı hissettim.

Yıllarca bin bir emekle çıkmış ve çıkmakta olan dergiler, dünden bugüne edebiyatın nabzını tutmaya devam ediyor. Yazarın ilk göründüğü, çabasını ortaya koyduğu saha olduğu için de dergiler ayrı bir önem arz ediyor. Bir derginin sayfaları arasında eserinizle bulunmanın heyecanı, üzerinden yıllar geçse de değişmiyor.

Tomris Uyar’ın muhteşem kitabı Yürekte Bukağı’dan bir alıntıyla ilişkilendirerek son sorumu sormak istiyorum: “İstemeye hakkım var mı bilmem ama seni derinden ilgilendiren şeyleri, başkalarına anlatmaktan kaçınacağın şeyleri duymak isterdim. Anlat bana…” Sizi derinden ilgilendiren hikâyeleri okuyabileceğimiz yeni bir kitap çalışmanız var mı?

Hikâyeler çoğalıp, kabına sığmaz olduğunda böyle bir sürece giriyorsunuz. İkinci kitap için ben de şu an tam olarak bu aşamadayım, diyebilirim.

Redaktör Haber ailesi olarak çok teşekkür ederiz.

 

İlginizi Çekebilir

TÜM HABERLER